27 Aralık 2013 Cuma

Bir Yılsonu Geleneği

Bir Yılsonu Geleneği

Son günlerine yaklaştığımız ve ileride, Türkiye üzerine çalışacak olan yakın dönem tarihçiler tarafından “en uzun yıl” olarak adlandırılmaya namzet 2013, yalnızca spor etrafında gelişen olayların takip edilmesiyle dahi, ülkedeki genel gidişat hakkında fikir edinilebilmesini sağlayan bir yıl oldu. İktidar partisinin seçim kampanyasına çevrilen 2020 Olimpiyat adaylığı süreci, Spor Bakanlığının bu süreci, ırkçı söylemler kullanan bir sporcuya Akdeniz Oyunları töreninde bayrak taşıtılması, Malazgirt Savaşı’nın canlandırılması gibi Olimpik değerlerle uzaktan yakından ilgisi olmayan tutum ve etkinliklerle geçirmesi – ki Bakanın başına gelenler malum – iktidar cephesinden ilk aklıma gelen örnekler. Gezi Parkı protestolarına her renkten taraftar gruplarının etkin katılımı, bu katılımın aylar sonra başlayan lig karşılaşmalarında tribünleri inleten sloganlarla hatırlatılmasıysa, toplumsal muhalefeti incelemek isteyen araştırmacıların ilgileneceği başlıklar oldular. İktidarın, tribün sakinlerinin bu hareketliliğine, yine tribünlerde yaratılan kışkırtmalar ve başarısızlıkla sonuçlanan, kerameti kendinden menkul Rabia hareketini tribünlere yerleştirme çabalarıyla karşılık vermeye çalışması, bu siyasi zümrenin 2013 yılında yaşadığı krizi ele alacak olan analistlerin ilgi alanına girecek konular oldu.

İzmir, 1 ya da 2 Haziran 2013.

Dünyadaysa 2013, Olimpiyat Oyunları ve FIFA Dünya Kupası gibi büyük organizasyonların daha önce pek de gündeme gelmeyen boyutlarıyla tartışıldığı bir yıl oldu. Katar 2022 Dünya Kupası, FIFA Başkanı Blatter’in aşırı sıcaklarda organizasyonun sağlıklı bir biçimde yapılmasından endişe duyduğunu ve kupanın kış aylarına alınması için elinden geleni yapacağını açıklamasıyla başlayan tartışma, Uluslararası İşçi Sendikaları Konfederasyonu ITUC vd. aktörlerin, Katar’da göçmen işçilerin kölelik statüsünde çalıştırılmalarına ve aşırı sıcaklardan etkilenerek ölmelerine işaret etmesiyle, insan hakları ve sosyal adalet bağlamına taşınmış oldu. Benzer insan hakkı ihlallerine, 7 Şubat’ta başlayacak olan Soçi Kış Olimpiyadı için yetiştirilmeye çalışılan tesislerin inşaatlarında çalışan, yine çoğunluğu göçmen işçiler maruz kaldılar. Son örneği, aylardır maaşlarını alamayan ve turistik vizeleri sona erdiği için saklandıkları yerden çıkamayan Türk işçiler. Her iki organizasyon da, evsahibi ülkelerin işlediği hak ihlallerinin tartışılmasına olanak sağladı. Bu ihlallerin ölüm seviyesine ulaştığı Katar’da yetkililer, çalışma yaşamında reform yapmak sözünü vererek durumu geçiştirdiler; durumun bu denli trajik bir duruma henüz ulaşmadığı – henüz diyorum çünkü orada da aşırı soğuklardan yakınıyor göçmen işçiler - Rusya’dansa herhangi bir ses gelmedi. Ayrıca, Rusya hukuk sisteminde yer alan eşcinsel yönelimlerin görünürlüğünü yasaklayan yasa, Kış Oyunlarına katılacak olan LGBT sporcuların tepkileriyle gündeme geldi. Muhtemelen, biraz kötümser ama gerçekçi bir yorumla, Katar’daki göçmen işçilerin haklarında kayda değer gelişmeler olmayacak ve Rusya’daki homofobik yasa, Soçi boyunca işletilmeyecek ancak bir anda ortadan kaybolmayacak da olsa, bu organizasyonların evsahibi ülkeler üzerinde insan hakları lehine baskı oluşturması önemli.
Çok önemsediğim Brezilya 2014 bağlamında ilgi çeken konular sona kaldı. Futbol tutkusunun laf olsun diye değil, kelimenin tam anlamıyla bir yaşam tarzı olduğu ülkede, ne devletin ne de FIFA yetkililerinin beklediği bir protesto dalgası Haziran boyunca ülkeyi sarstı. Bir başka deyişle, futbol sevgilerinden şüphe edilmeyecek Brezilyalılar dahi, eğitim, sağlık, ulaşım ve diğer sosyal politika alanlarında yapılacak yatırımlardan kısıntıya gidilerek, Kupa sonrasında atıl kalacak olan 70,000 kişilik stadyumlara para dökülmesine isyan ettiler. Bu isyan, bu iki büyük spor organizasyonunun, ilerleyen yıllarda tek bir ülke ya da kentte yapılmasını olanaksızlaştırabilecek sorunları hatırlattı. Bu büyüklükteki etkinlikler, Türkiye kamuoyuna aktarılmak istenenin aksine, ekonomik yarar getirmekten ziyade, altından kalkılması güç külfetler üretiyorlar. Bu nedenle, dünyanın en büyük ekonomisi ABD’nin Chicago gibi prestijli ve zengin bir kenti, 2016 Olimpiyat adaylığından çekilmişti.

2014 yılı öngörülerimizi haftaya bırakalım.

6 Aralık 2013 Cuma

Federasyon Kupalarında Demokratik Katılımcılık

Federasyon Kupalarında Demokratik Katılımcılık

Yeovil Town ve Altrincham. İsimlerinden İngiltere’de oldukları dahi zor anlaşılan bu iki takım, ülkelerinde tanınmalarını sağlayan bir meziyete sahipler. Federasyon Kupası (FA Cup) tarihinde üst liglerdeki takımları en çok eleme başarısı gösteren iki kulüp (sırasıyla 20 ve 16 kez). Üstelik Altrincham, amatör lig seviyesinde, Yeovil ise profesyonel liglere birkaç sene önce yükselmiş; herkesin mahallesinde bulunabilecek türden takımlar.

Dünya futbolunun en eski organizasyonu olan FA Cup, profesyonel liglerden ve bölgesel amatör küme olarak niteleyebileceğimiz liglerden tüm takımların katılımına açık ve bütün turları tek maçlı eleme sistemiyle oynanıyor. Kuralar çekilirken seribaşı sistemi uygulanmayarak, zayıf takımlar güçlülere yem edilmiyor. Final maçları 1920’li yıllardan bu yana, geçtiğimiz on yıldaki yenileme inşaati süreci haricinde, ülkenin tarafsız ve en büyük stadyumu olan Wembley’de yapılıyor ve  en az lig şampiyonluğu kadar heyecanla bekleniyor. Futbolun tekil sürprizlere açık doğası ve turnuvanın bu yapısı da, zayıf takımların çıkışlarına imkan tanıyor. Geçtiğimiz sezon da, son yılların en pahalı takımlarından Manchester City’i yenen 2. Lig takımı Wigan Athletic zafere ulaştı.

2013 FA Cup Finali, bir düzeltme: Wigan kupayı kazandığı sezonda Premier Lig'deydi, birkaç gün sonra ligdeki kritik maçı kaybedince bir alt kümeye düştüler.

Lig organizasyonundan daha eski olan bir diğer kupa, İspanya’nın Copa del Rey’i de eleme usulüne göre ve son 16’ya kadar tek maç üzerinden oynanıyor, ilerleyen turlarda çift maça geçiliyor ve La Liga takımları da son 32 turunda dahil oluyorlar. Almanların DFB-Pokal’i, bütün aşamalarda tek maçlı eleme sistemiyle devam ediyor. Çizmenin Coppa Italia’sı da, yarı final istisna olmak üzere tek maçlı sistemi benimsiyor. Bu üç ülke kupalarının kura çekimlerinde de, FA Cup’ta olmayan seribaşı yöntemine başvuruluyor. En katılımcı ve sürprize açık sistemin FA olduğunu söyleyebiliriz.

Lafı Türkiye’ye getirmenin vakti geldi, son yıllarda adı ve sistemi sürekli değişen, eski adıyla Federasyon Kupamız, demokratik katılımcılık ve sürprizelere açıklık bakımından bu yazıda ele alınan örneklerin gerisinde kalıyor. Bunun en önemli nedeni, bir süredir kullanılan ve kalıcılaşma tehlikesi gösteren, şu ana kadar başka bir ülkede benzerine rastlamadığım, günümüzde son 8 aşamasında uygulanan grup sistemi. Bu sistemi sorgulamaya geçmeden önce “Kupa nedir, neden düzenlenir” sorularını yanıtlamamız lazım. Her şeyden önce, takımların başarılarına göre ayrıldıkları kümelerde, birbirleriyle ikişer defa oynadıkları lig formatı zaten var. Demek ki, kupanın bir farklılığı olmalı. Gerek Avrupa’dan anılan örneklerde, gerekse ülkemizde lig-kupa ikiliğindeki en temel farklılık, alt ve üst kümelerdeki takımların aynı organizasyon içerisinde birbirleriyle oynuyor olmaları. Türkiye Kupası’nda son yıllarda yapılan olumlu bir değişiklikle, bölgesel amatör liglerin temsilcileri de biraz daha fazla yer buluyorlar eskiye nazaran. Diğer önemli nokta, aralarında bariz güç farklılıkları olan takımları bir arada oynatıyorsanız, sonucu önceden belli olan bir sistemi uygulamamanız, gerek hakkaniyet gerekse futbol zevki açısından önem kazanıyor. Grup sisteminin garabeti de bu noktada ortaya çıkıyor. Örneğin Balıkesirspor, Fethiyespor ve Nazilli Belediye’nin, ses getiren bu galibiyetleri grup aşamasında aldıklarını varsayalım; bu zaferler, diğer 5 maçtan da iyi sonuçlar almadıkları takdirde hoş birer anı olmaktan öteye anlam taşımayacaktır. Bu takımların, kendilerinden bir ya da birkaç lig yukarıdaki rakipleriyle maraton koşmaktansa, kısa mesafelerde şanslarının daha çok olacağı da, hem teorik hem de pratik açıdan defalarca kanıtlanmıştır.


Grup aşamasının uygulamaya konulmasından sonra, yalnızca Fenerbahçe, Beşiktaş, Trabzonspor, Bursaspor gibi kalburüstü takımların kupa finaline yükselebildiğini görüyoruz. Aslında yaklaşık 50 yıllık geçmişinde 13 farklı şampiyon çıkaracak kadar çeşitliliğe sahip bir kupamız var, son 10 yıldaysa yalnızca 1 yeni şampiyon üretebilmiş. Tek maçlı eleme usulüne dönüş, yeni şampiyonların çıkışına olanak sağlayacak, süper ligden uzak kalan Karşıyaka, Göztepe, Adana Demirspor gibi kitlesel desteğe sahip takımların renklendirebileceği final karşılaşmalarını izletecek ve “bir zamanlar Lüleburgazspor çıkmış, hem Fener’i, hem Beşiktaş’ı elemişti” benzeri hikayelerin sayısını arttıracaktır.

30 Kasım 2013 Cumartesi

Katar’ın Spora Olan Düşkünlüğü

29.11.2013 tarihli Sol'da yayınlanmıştır.

Katar’ın Spora Olan Düşkünlüğü

Katar’ın dünya futbolu çevrelerinde birkaç başlık üzerinden tartışmalara konu olduğundan bahsetmiştik. Son zamanlarda ülkemiz basınında da çeşitli yazılar ve haberler yayınlanmaya başlandı. Kısaca hatırlatalım, bunlardan ilki, ortalama sıcaklığın 37 santigrat derecede olacağı bir dönemde bu ülkede 2022 Dünya Kupası’nın sağlıklı bir biçimde yapılamayacağı ve organizasyonun kış aylarına alınması üzerine gelişti. Konu bir çözüme ulaştırılmasa da, başka bir tartışmaya yol açtı. Ülkede göçmen işçilerin sağlıksız koşullarda çalıştırılmaları ve özellikle geçtiğimiz yaz aylarında aşırı sıcaklardan ötürü 44 göçmen işçinin yaşamlarını kaybetmeleri, uluslararası işçi örgütlerinin tepkisini çekti ve FIFA, Katar’ı işçi hakları konusunda reforma gitmesi konusunda uyarmaya başladı. Sonra, çalışma rejiminin şartlarından ötürü ülkeden ayrılmasına izin verilmeyen Fransız futbolcu Zahir Belounis’in yıllardır süren tutsaklığı gündeme geldi. Gary Lineker’in twitter üzerinden konuyla ilgilenmesi ve Dünya Futbolcular Birliği(FIFPro)nin Katar’ı futbolcu haklarından duyulan endişe nedeniyle ziyaret edeceğini açıklamasından birkaç gün sonra, Belounis’e çıkış vizesi verildi ve futbolcunun haftasonundan önce Fransa’daki evine dönmesi bekleniyor.

Böylece, bu 3 konudan birisinin hiç değilse şimdilik çözümlendiğini söyleyebiliriz. Peki, futbolda kulüpler ya da milli takımlar düzeyinde hiçbir başarısı olmayan bir ülke, nasıl oluyor da FIFA Dünya Kupasına evsahipliği hakkını kazanıyor ve uluslararası futbolda tartışmaların odağı haline geliyor? Bu soruyu yanıtlamak için, Katar’ın künyesine göz atmak gerekiyor. Nüfusu 2 milyon civarında olan doğalgaz zengini bu ülke, dünyada Gayri Safi Yurt içi Hasıla rakamının en yüksek olduğu ülke. Elbetteki bu zenginlik nüfusun geneline bir başka deyişle nüfusun %80’ini oluşturan ve Nepal, Hindistan, Pakistan gibi yoksul Asya ülkelerinden gelen göçmen işçilere yayılmıyor. Uluslararası Sendikalar Birliği ITUC’un yaptığı uyarıya göre, Katar işçi hakları konusunda gerekli iyileştirmeleri yapmazsa, 2022 yılında başlama düdüğü çalana kadar yaklaşık 4,000 işçi hayatını kaybedebilir.

Katar Televizyonu Al Jazeera tarafından hazırlandığı için, tanıtım ve reklamın, haberin önüne geçtiği bir video. Yine de, Aspire tesislerini görmek, hemen hepsi Katarlı olmayan antrenörler ve personelin çalışmalarından ve Cafu, Mourinho gibi isimlerin izlenimlerinden haberdar olmak için izlenebilir.

Katar, işçi haklarına ayırmadığı bu zengin mali kaynaklarını spora yatırmaktan çekinmiyor. Bunların başında gelen ASPIRE Akademisi, Katarlıların spor olanaklarını arttırmayı da amaçlıyor ancak asıl yoğun programı, özellikle futbol ve atletizmin çeşitli branşlarında  Afrika, Latin Amerika ve Asya ülkelerinden gelecek vaat eden çocukları toplayıp onları profesyonel atletler seviyesine yükseltmek. Akademinin internet sitesinde, Futbol Düşleri programıyla her yıl bu ülkelerden 500,000’den fazla çocuğun denemeden geçirildiği yazıyor. Eğitim veren profesyonel kadronun da çeşitli ülkelerden bir araya getirilen profesyonellerden oluştuğunu söylemeye gerek yok sanırım.

Katar’ın önde gelen spor kulüplerine ve organizasyonlarına sponsor olurken de oldukça cömert davrandığını görüyoruz. 2011 yılında, Katalan ulusal simgesi olarak kabul ettikleri formalarına reklam almamalarıyla tanınan Barcelona kulübü, Katar Vakfının 5 yıl için önerdiği 150 milyon Euro’luk teklifi kabul etti ve bu yıl da bu anlaşmayı, Katar Havayollarıyla imzalanan 3 yıllık ve 96 milyon Euro bedelli bir sözleşmeye dönüştürdü. Katar sermayesinin göze çarpan bir başka hamlesi de, Paris Saint-Germain’le yapılan 4 yıl süreli ve 200 milyon Euro bedelli sponsorluk anlaşması, bu sefer sponsor kurum Katar Turizm Ofisi olmuş. Guardian’da yayınlanan David Conn imzalı makaleye göre Platini, eski devlet başkanı Sarkozy’nin, Katar’ın PSG konusundaki girişimlerinin desteklenmesini istediğini kabul etmiş ancak 2010 yılında gerçekleştirilen dünya kupası evsahipliği oylamasında, Katar lehine oy kullanması yönünde bir baskı görmediğini ifade etmiş. Ancak Platini’ini oyunu yalnızca futbolun istikbali için kullandığına dair şüpheler burada sona ermiyor, özellikle bir avukat olan oğul Laurent Platini’nin, Katar spor giyim firması Burdda’nın CEO’luğuna getirilmesinden sonra.

Katarlı yetkililer, ASPIRE Akademisinin gelişmekte olan ülkelerdeki yetenek avcılığı faaliyetlerinin sosyal sorumluluk amacıyla yapıldığını savunuyorlar. Öte yandan, Katar’ı yöneten Al Thani ailesinin, ülkenin ekonomik zenginliğini dünya siyasetinde kendisine nüfuz alanı yaratmak için kullanma çabasında, sporu bir köprü olarak gördüğü yorumları da yapılıyor. 

16 Kasım 2013 Cumartesi

Amerikan Futbolunun Büyük Krizi

15.11.2013 tarihli Sol'da yayınlanmıştır.
Amerikan Futbolunun Büyük Krizi

A.B.D.’nin en popüler ve bu nedenle en büyük ekonomiye sahip sporu olan Amerikan futbolu, yöneticilerinin ötelemeye çalıştıkları bir krizle boğuşuyor.

Futbolun, aslında rugbynin Kuzey Amerika versiyonunda sporcu sağlığından endişe etmek için çok neden var. Bir Amerikan Futbolu karşılaşmasını ilk defa izleyen bir sporseverin, bu sporun fiziksel darbelerle şekillenen defans setleri ve bu darbelerin arasından sıyrılmaya çalışan hücum setleri üzerine kurulu olduğunu fark etmesi birkaç dakika sürecektir. Bir başka deyişle, fiziksel temasın başat olduğu disiplinin Profesyonel futbol ligi olan NFL oyuncuları için sakatlık, yaşamlarının bir parçası. Sık yaşanan sakatlıklar, takım kadrolarının başka hiçbir branşta görülmediği kadar geniş olması zorunluluğunu getiriyor (bazı NFL takımlarının kadrolarındaki oyuncu sayısı 50’yi aşabiliyor). Bu sporun bir de meslek hastalığı var: kafa travmalarının beyinde yol açtıkları hasarlar.
Yukarıdaki video, League of Denial'ın tanıtımı. Tamamını bu linkten izlemek mümkün.http://video.pbs.org/video/2365093675/?utm_source=youtube&utm_medium=pbsofficial&utm_campaign=fron_covefullprogram

Yakın geçmişte, eski Pittsburgh Steelers oyuncularından olan ve emekliliğinde, unutkanlık, dikkat dağınıklığı, çabuk sinirlenme gibi çeşitli sorunlar yaşayan ve yaşamını yitiren Mike Webster’ın otopsisinde, beyin bölgesinde CTE olarak isimlendirilen ve ancak ölümden sonra tam teşhis konulabilen hastalığın izlerine rastlandı. Webster’ın ölümünü başka ölümler ve otopsiler izledi. NFL patronlarının ilk tepkisi futbol oynamakla bu hastalık arasında kanıtlanmış bir bağlantı olmadığını savunmak ve bu otopsileri yapıp, sonuçlarını makalelerle duyuran nöropataloji uzmanı doktorun saygınlığına saldırmak oldu. Üstelik, 2007 yılında düzenledikleri göstermelik bir konferansın ardından hazırlayıp futbolculara dağıttıkları broşürde, “kafa darbesi aldığınız zaman gerekli tedaviyi görürseniz, uzun vadeli beyin hasarına uğramazsınız” hükmünü vererek bütün sporcularını oldular. Ne var ki, vakalar ve şikayetler artmaya devam etti ve bu sefer NFL yönetimi, Boston Üniversitesi’nde konu üzerine araştırmalar yürüten Dr. Ann Mckie ve ekibine para yardımı yapmak ve müteveffa sporcuların beyinlerinin bu merkeze incelenmek üzere gönderilmesini sağlama sözünü vermek durumunda kaldı. Tartışma 2009 yılında A.B.D. Kongresinin gündemine geldi ve NFL Başkanı Roger Goodell, milletvekillerine hesap vermek zorunda kaldı; ancak burada da futbol oynarken alınan kafa travmaları ve CTE ya da demans, alzhemier vb. hastalıklar arasındaki bağlantıyı inkar etmeye devam etti. Bir milletvekilinin Goodell’in tavrını, bir zamanlar sigara içmenin sağlık sorunları yaratmadığını savunan tütün üreticilerinin tavrına benzetmesi, konuyu ülkenin gündemine iyiden iyiye yerleştirmiş oldu. Bir sonraki aşamada emekliye ayrılmış yaklaşık 4,500 futbolcu, NFL yönetimini sağlıklarının tehlike altında olduklarını bilmelerine rağmen kendilerini uyarmadıkları iddiasıyla dava etti. Geçtiğimiz aylarda anlaşmayla sonuçlanan dava sonucunda NFL, davacılara 765 milyon dolar ödemeyi kabul etti. Sezonluk geliri 8 milyar dolar civarında olan bir oluşum için fındık fıstık parası.

Güncel durumu özetleyelim. Dr. Mckie ve ekibinin şu ana kadar incelediği eski futbolculara ait 46 beyinin 45’inde CTE hastalığının emaresi olan lekelere rastlanmış durumda. Amerikan medyasında, kızının oynadığı futbol – bizim bildiğimiz, ayakla oynanan- maçlarını hatırlayamayan, sağdıcı olduğu bir düğüne gittiğini unutan, sabah çıktığı oteline akşam tekrar bulabilmek için sokağın fotoğrafını çeken eski futbolcuların hikayelerinden geçilmiyor. NFL yönetimi ise, halen araştırmaların yapıldığını, bu araştırmalara ve bilinçlendirme programlarına yatırım yaptıklarını söylemekle beraber, Amerikan futbolunun insan sağlığı üzerindeki kalıcı zararlarını inkar etmeye devam ediyorlar. Öte yandan, para basma makinesi olarak gördükleri oyuna, Amerikan ailelerinin mesafe koymaya başladıkları konuşuluyor. Ülkenin en geniş altyapı ağına 2010-12 yılları arasında yapılan genç sporcu başvurularının sayısında %10’a varan bir düşüş gerçekleşmiş.

Kriz, önümüzdeki yıllarda profesyonel spor dünyasında büyük değişimlere yol açabilir.

Not: Yukarıdaki bilgiler çoğunlukla, ESPN kanalında yayınlanan “League of Denial” belgeselinden alınmıştır.

9 Kasım 2013 Cumartesi

Zengin Erkekler Dünyası

08.11.2013 tarihli Sol'da yayınlanmıştır.
Zengin Erkekler Dünyası

“Modern futbola karşı olduğumuz söyleniyor. Ben buna katılmıyorum, biz modern futbolun ta kendisiyiz. Gelecek, bizim gibi taraftarların sahibi olduğu kulüplerin”.

Daniel Colbourne'ün yönettiği Punk Football belgeseli, yaklaşık 35 dakika.

Bu cümleler, bir FCUM, açılmış haliyle Football Club United of Manchester taraftarına ait. Hatırlanacağı üzere bu girişim, Manchester United’ın ABD’li finans ve sigorta zengini Glazer ailesine satılmasına tepki olarak, bir grup United taraftarı tarafından 2005 yılında kurulmuştu. Kulüp geçtiğimiz yıl, yarı profesyonel lig olan Conference North’a yükselme şansını 3. defa finalde yitirdi.

Fenerbahçe kulübüyse, geçtiğimiz haftasonu İstanbul Ataşehir’deki gıcır basketbol salonlarında  olağanüstü kongresini topladı. Kongreye şike soruşturması/davası yol açmıştı. Sarı-lacivertli taraftarların büyük çoğunluğu, her ne kadar son yıllarda kulüp yönetiminde değişikliğe ihtiyaç duyulduğunu düşünmeye başlamış olsalar da, içine düştükleri durumun sorumlularından birisi olarak gördükleri bir adayın başkan olmasını kesinlikle istemiyorlardı. Genel kurul delegeleri de tercihlerini bu yönde kullandı ve Aziz Yıldırım 11. kez başkan seçildi; ki bu Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit’in başbakanlık göreviyle kurdukları hükümetlerin toplam sayısından daha fazla.

Aziz Yıldırım bilindiği gibi, inşaat ve savunma sektörleri başta olmak üzere çeşitli alanlarda şirketleri olan bir sermayedar ya da serbest piyasa ekonomisi taraftarlarının sevdiği tabirle girişimci. Yönetim kurulunu oluşturduğu çalışma arkadaşlarından bir kısmı da bu sektörden, ayrıca petrol ve enerji sektörlerinden patronlar da yer alıyor. Geçmişinde sporla aktif olarak ilgilenmiş ya da tribünlerden gelen, bir başka deyişle sporun asli bileşenleri arasında yer alan iki kişi var. Rakibi M. Ali Aydınlar’ın listesiyse, Şansal Büyüka’nın överek söylediği gibi “Tüsiad listesi”ni andırıyor. Listedeki holding patronlarının toplam servetlerinin 3,5 milyar dolar civarında olduğunu yazan haberler okuduk. Eski ya da faal sporcu, antrenör, kondisyoner ya da aktif taraftarlara, bir tek koltuk bile ayrılmamış.

Spor kulüplerinin yönetim kurullarında kamu ya da özel iktidar odakları üzerinde nüfuz sahibi olduklarına inanılan isimlere yer verilmesi bu topraklarda bir geleneğe dönüşmüş durumda. Bilhassa Fenerbahçe, zengin Türk erkeklerinin yönetimlerinde yer alma hayalleri kurduğu bir kulüp. Pink Floyd’un Money şarkısı geliyor akıllara, para arttıkça yeni araba, havyar vs. yeterli gelmiyor ve “acaba bir futbol takımı mı alsam kendime” sorusunu sordurtuyor herhalde, yine Şansal Büyüka’nın bir başka veciz ifadesiyle “randevu almak isterseniz, haftalarca sıra beklersiniz” dediği bu insanlara. Bu konu, aslında pek tartışılmıyor ancak gündeme geldiğinde ortak kanaat, futbolun bir endüstri haline geldiği ve profesyonel yöneticiler devrine geçilmesi gerektiği yönünde oluşuyor. Böylece, futbol kulübünü yönetmekten başka bir işi olmayacak profesyonel yöneticilerin, acar bir genel müdür ya da muhasebe müdürü edasıyla hareket edeceği, fantastik transferler için savurganlık yapmayarak, kulübün mali dengesine azami özen göstereceğine inanılıyor. Yürürlükte olan rejim, tek adam yönetimi ya da patronlar koalisyonu olarak özetlenebilecek iki alternatif sunduğu için, bu yaklaşım daha mantıklı geliyor. Ancak burada da, tekrar etmek gerekirse sporun asli bileşenlerine bir yer öngörülmüyor.
Yazının başında alıntı yaptığım taraftarın sözleri, soylu bir amaç uğruna çaba sarfeden insanların özgüvenini yansıtıyor. Bugüne bakınca, taraftarların ve sporcuların – ki bütün kulüpler taraftarların ve sporcuların olursa, haliyle kulüplerin yönetimine halk gelmiş olacaktır – sahibi oldukları kulüpler hayal gibi gözükse de, “Punk Football” isimli belgeselde anlatılan öykü dinlenmeyi hak ediyor.

3 Kasım 2013 Pazar

Platini’den 40 Takım Hamlesi

01.11.2013 tarihli Sol'da yayınlanmıştır.

Platini’den 40 Takım Hamlesi
Dünya kupası tartışmalarının son bölümünde, UEFA Başkanı ve FIFA Başkanlığı potansiyel namzeti Platini’nin katılımcı sayısının 40 takıma çıkarılması önerisiyle karşınızdayız. Platini bu düşüncesini, FIFA Başkanı Blatter’in Asya ve Afrika kıtalarına Dünya Kupası’nda daha fazla kontenjan ayrılması gerektiğini savunmasının ardından kamuoyuyla paylaştı. Bir başka deyişle 2015 ya da 2019’da FIFA başkanlığına oynamaya hazırlanan Platini, rakibinin Asya ve Afrika ülkelerine yapmaya çalıştığı jestin, Avrupa ve Amerikalı katılımcıların da sayısını arttıralım diyerek altında kalmamaya çalıştı.

1930 yılında Uruguay’da düzenlenen ilk turnuvadan bu yana katılımcı sayıları hep artmış ve buna paralel olarak formatta değişiklikler yapılmış. Yol masraflarının önemli bir engel oluşturduğu ilk 4 kupadan Güney Amerika’daki 2 organizasyona Avrupalıların, Avrupa’dakilere ise Güney Amerikalıların katılımı sınırlı olmuş. Bu yıllarda Asya ve Afrika’dan kupaya katılan takım yok. 2. Dünya Savaşı’ndan ve 1960’lı yılların bağımsızlık hareketlerinden sonra FIFA’nın üye sayısı artmış olmasına rağmen, bu artış katılımcı sayısının arttırılması sonucunu getirmemiş. 1930’lu yıllardan bu yana 16 olan rakam, ancak 1982 yılında, televizyonun yaygınlaştığı bir dönemde 24’e, Avrupa kıtasında ülke enflasyonunun yaşanmasını izleyen sonraki on yılın son kupası 1998’de de 32’ye yükseltilmişti.

Amatör sporculardan oluşan ABD ekibi İngiltere'yi 1-0 mağlup ettiğinde, bırakın bu sonucu, İngiltere'nin 1-0 kazanması bile inandırıcı bulunmamış, "10-0" bitmiştir, ajans bir sıfır eksik yazmıştır diyenler olmuş. Kupanın şampiyonlar ligi "kalite"sine erişmesi, bu öykülerden mahrum kalmamız anlamına gelebilir.

Blatter’in Afrika ve Asya’ya daha fazla yer ayrılması çıkışının da, Platini’nin “kimsenin yerinden kısmaya gerek yok, 8 takım daha ekleyerek turnuvayı 3 gün uzatmak herkesi mutlu eder” yanıtının da başlıca nedeni, seçim kazanmayı hedeflemeleri olarak düşünülebilir. Biraz da bu tezlere yönelen itirazları inceleyelim. İlki, 2018 Rusya organizasyonundan; hazırlıklarını 32 takıma göre yaptıklarını ve kendi organizasyonları için bu artışa sıcak bakmadıklarını söylüyorlar. Fox sports sitesinde yer alan bir diğer itiraz, insanlığın en özgün icatlarından birisi olan kupaya yetenek yarışması muamelesi yaparak, zaten yeterince zayıf takımın yer aldığı kupada, oyunun kalitesinin korunması adına, yıldız oyuncu ve takımların daha fazla meşgul edilmemesi gerektiğini savunuyor. Bu görüşe pek itibar etmemek gerektiğini düşünüyorum. Kendisi de ABD’li olan yazarın, ülkesinin hiç şans verilmediği halde 1950 yılında İngiltere’yi yenerek yarattığı hikayeyi, örneğin FIFA sıralamasında ilk 40’ta yer alan Panama’dan esirgemesi hakkaniyetle bağdaşmaz. Zaten Şampiyonlar Ligi gibi, başarılı ülkelerin ve takımların ödüllendirilmesine dayanan ve yeni takımların parlaması önünde türlü engeller çıkaran bir organizasyon var, dolayısıyla Dünya Kupasında temsilde adalete daha fazla önem verilmesi yerinde bir yaklaşım.

Daha iyi düşünülmüş ve 40 takımlı bir organizasyonun pratik ve lojistik zorluklarına dikkat çeken bir yazıysa Guardian’da yer aldı. Platini’nin önerisi gerçekleşirse, 48 olan grup maçı sayısı 80’e çıkacak ve günde en az 4 maç yapılması gerekecek. Her maçtan sonra zeminlerin ve stadyumların bakımı için birkaç gün geçmesi gerekeceği için ise, ya turnuvanın kulüpler tarafından zaten uzun bulunan süresi daha da uzayacak, ya da daha fazla stadyuma ihtiyaç duyulacak, bu da Güney Afrika’da olduğu gibi “beyaz fil” olarak adlandırılan ve turnuva sonrası atıl hale gelen tesis sayısını arttıracak. Ayrıca, ekonomileri kırılgan olarak adlandırılan ülkelerin sayılarının fazlalaştığı günümüzde, 40 ülkeden takımlar, taraftarlar, medya çalışanlarının ihtiyaçlarını karşılayacak stadyumlar, antrenman-konaklama yerleri ve çeşitli turistik tesisleri işletmeye gönüllü olabilecek ülke sayısı fazla değil. Platini’nin aklında, UEFA’nın 2020 Avrupa Şampiyonası için bulduğu, tek ülke ya da ortaklık yerine, 10-12 ülkeye dağılacak bir alternatif olduğu söylentileri de dolaşıyor.

Futbolun temel bileşenleri olan sporcular ve taraftarlara da danışmayı düşünürler mi acaba?

26 Ekim 2013 Cumartesi

Afrika Sporunun Buzkıran Gemisi


25.10.2013 tarihli Sol'da yayınlanmıştır.
Afrika Sporunun Buzkıran Gemisi

1969 yılında bir gün, Addis Ababa’da İmparator Selassie’nin iktidarını protesto eden bir öğrenci yürüyüşü sırasında, kalabalıktan sıyrılmaya çalışan bir volkswagen yoldan çıkarak kaza yapıyor ve bu kaza, arabanın sürücüsünde kısmi ve kalıcı felce neden oluyordu. Dört yıl sonra, bir başka deyişle 40 yıl önce tam da bugün bu kazanın bıraktığı hasarın da etkisiyle geçirdiği bir rahatsızlık sonucunda yaşamını yitiren Abebe Bikila’nın öyküsü, birçok anlamda dönüm noktası.
Akşamüstü başlayıp günbatımından sonra tamamlanan 1960 Olimpik Maratonu

Bunlardan ilki, uluslararası yarışmacı sporda Afrikalıların kendilerini kabul ettirmeleridir. Bikila’nın Roma’da kazandığı altın madalya, olimpiyatta bir Afrikalı sporcunun ve elbette ülkesi Etiyopya’nın ilk birinciliğidir. Tarihin bir cilvesi olsa gerek, bu madalya, kara kıtada 17 ülkenin bağımsızlıklarını kazanmalarıyla “Afrika Yılı” olarak da anılan 1960 yılında gelmişti. Bugün Afrikalı sporcuları kış sporları haricinde hemen her alanda öncü rollerde görebiliyoruz, ancak çok değil 50 yıl önce siyahi figürler boksun dışında nadiren kendilerinden söz ettirebiliyorlardı ve bunun önemli bir nedeni de başta ABD olmak üzere, segregasyon politikalarının varlığıydı. Günümüzde de tribünlerden maymun sesleri yükselmeye devam ediyor; ancak bu yıllarda Boston Celtics’i NBA tarihinin en başarılı takımı yapmak yolunda adım adım ilerleyen Bill Russell’a, kendi taraftarları bile ırkçı davranışlarda bulunabiliyor, işi Russell’ın evini basıp duvarlarına nefret içeren sloganlar yazmaya kadar vardırabiliyorlardı. Bikila’nın başarısı, kendisini takip edecek ve orta-uzun mesafelere hakimiyet kuracak olan Afrikalı – özel olarak da doğu Afrikalı- atletlerin önünü açıyordu.

Tarihin bir başka cilvesi de maratonun, İtalya başkentinin hemen her noktası tarihi miras niteliği taşıyan noktalarından geçen rotasıydı. Bunlardan birisi, Mussolini’inin 1930’lu yıllarda Ethiyopya seferinin başladığını halkına “müjdelediği” Venezzia Sarayının balkonun da yer aldığı Venezzia meydanıydı. Bu kadraj, özellikle yaşı işgal yıllarını görmeye yeten Etiyopyalılar için bir rövanş anını simgeliyordu; elbette dönüşünde muzaffer bir kahraman olarak karşılandı.

Bir diğer nokta, Bikila’nın sıradışı dayanıklılığıydı. Finiş çizgisini geçtikten sonra, diğer atletlerden çok daha dinç olduğu, bir 5 km. daha koşabileceği rahatlıkla gözlemlenebiliyordu.  Maraton öz itibariyle bir dayanıklılık mücadelesidir ve herhangi bir maratonu değil kazanmak, bitirmek bile bu sınavı geçmenize yeterlidir. Ancak Bikila dayanıklılığının yanına, dünya rekorunu kırarak hız da ekliyordu. Çıplak ayakla koşması, geçtiğimiz hafta dile getirmeye çalıştığım gibi, bunu gönüllü olarak  tercih etmesinden ya da çocukluktan gelen pratikten yararlanma amacından kaynaklanmıyordu. Adidas’ın sağladığı yeni ayakkabının ayağını vurmasından kaynaklanan bir talihsizlikti aslında. Roma’daki yarıştan önce ayaklarına bir göz atma fırsatını bulan Faslı meslektaşı, ayak altlarının askeri araç lastiklerini andıran bir sertlikte olduğunu söylemişti sonrasında.

Bikila aynı zamanda istikrar timsali bir sporcuydu. Yaşamı boyunca katıldığı maratonların neredeyse hepsini kazandı. 1964 Tokyo Olimpiyatından kısa bir süre önce apandisit rahatsızlığıyla hastaneye yatmış olması, onun bu Maratonu da kazanmasına engel olmadı.. Bu başarı, devlet tarafından kendisine, 1969’daki kazada kullandığı otomobilin verilmesiyle ödüllendirildi.

Dayanıklı, hızlı, istikrarlı ve de dirençli. Afrika sporunun buzkıran gemisi. Spor tarihinin ilham veren ve en popüler öykülerinden birisi. 

19 Ekim 2013 Cumartesi

Neden Hep Afrikalılar Kazanır?

18.10.2013 tarihli Sol'da yayınlanmıştır.

Neden Hep Afrikalılar Kazanır?
Dünya şampiyonasının ardından uluslararası atletizm sezonunun sonbahar gündeminde Altın kategorideki maraton yarışları yer alıyor. 29 Eylül’de Berlin maratonunda Kenyalı Wilson Kipsang dünya rekorunu 02:03:23’le geliştirdi. Önümüzdeki günler ve haftalarda Beijing, Amsterdam, New York, Frankfurt ve İstanbul maratonları da koşulacak, yine Kenyalı ve Etiyopyalı atletler yarışların favorileri arasında yer alacaklar.
Kenya'nın Rift Vadisi bölgesinden gelen bir diğer şampiyon David Rudisha, 2012 Londra'da 800 m rekorunu kırıyor.

Afrikalı atletlerin (Jamaikalılar da tarihsel olarak Batı Afrika kökenli olmalarından ötürü bu kapsamda düşünülüyorlar) hem uzun hem de kısa mesafe koşularında madalya podyumlarında yer almalarıyla ten renkleri arasında bir bağlantı olduğuna ilişkin bir kanının olduğu – konu üzerine yapılan bilimsel çalışmaları kastetmiyorum – yadsınamaz. Üst düzey atletlerin başarılarının temelindeki nedenleri üzerine araştırmalar yürüten genbilimci, Glasgow Üniversitesi’nden Yannis Pitsiladis, bu atletlerin fiziksel üstünlüklerinin genlerle bir ilişkisi olduğunu, ancak siyah ya da beyaz ten rengine sahip olmalarının, bu üstünlüklerine yol açan etkisinin günümüze kadar kanıtlanamadığını söylüyor. Pitsiladis ve diğer araştırmacılar, Kenya’nın hemen tüm üst düzey atletlerinin yetiştiği 2400 rakımlı Rift Vadisinde – bu atletler aynı zamanda Kalenjin etnik grubunun bir alt kümesi olan Nandi bölgesinden geliyorlar -  yaş ortalaması 14 olan ve düzenli olarak antrenman yapmayan kız ve erkek çocukların günlük fiziksel aktivitelerini ölçerek bir çalışma yapmışlar.  Çalışma çocukların, uzun mesafe koşularında ihtiyaç duyulan dayanıklılığın en önemli unsurlarından olan maksimal oksijen alım miktarlarına (V O2max) ve bunun ekonomik biçimde kullanımlarının ölçülmesine dayanıyor. Ulaştıkları sonuçlardan birisi, bu 30 çocuğun koşu verimliliklerinin, düzenli antrenman yapan ve iyi dereceleri olan ABD’li yaşıtlarından dahi daha fazla olduğu. Çalışmanın ortaya koyduğu bir diğer bulgu da, her gün okullarına gitmek için ortalama 7,5 km mesafe kat eden çocukların günlük yaşamdaki hareketlilikleri olmuş.
Pitsiladis, Usain Bolt, Haile Gebrselassie gibi süper atletlerin başarılarının, sosyo-ekonomik faktörlerin belirlediği çevresel koşullarda aranması gerektiğini söylüyor. Bunlardan birisi, küçük yaşlardan itibaren her gün kilometrelerce yol kat eden atletlerin, çocukluğunda servisle okula giden atletlerden doğal olarak daha avantajlı olmaları. En az bunun kadar önemli bir diğer konu da, bir sprinter olmak isteyen Jamaikalı ya da maratoncu olmak isteyen Etiyopyalı bir çocuğun, bu isteklerine, Avrupalı akranlarına nazaran daha fazla tutkuyla bağlı olmaları. Burada yaşamın, bir Afrikalı ya da Jamaikalı çocuğa seçenek sunarken cimri davranması kadar, bu çocukların önlerinde Powell, Ottey, Bolt ya da Bikila, Gebrselassie, Bekele gibi örneklerin bulunmasının payı var.
Koşu performansıyla ilgili uzun yıllardır merak uyandıran bir diğer soru da çıplak ayakla koşmanın olası etkileri. Maraton denince akla ilk gelen görüntülerden birisi, 1960 Roma Olimpiyatında Abebe Bikila’nın çıplak ayakla altın madalyayı alması olduğuna göre, bu soru normal karşılanmalı. Doktor Pitsiladis, 4-5 yaşından itibaren çıplak ayakla koşan çocukların kas yapılarının güçlendiğini ve birçok Kenyalı ya da Etiyopyalı koşucunun, ki Gebrselassie de dahil bunlara, 17-18 yaşlarına kadar ayakkabı giymeden koştuklarını söylüyor. Ancak ayaklar ayakkabılara bir kere alıştıktan sonra, ayaklarda sert yüzeylere karşı gelişen dokunun bozulacağı nedeniyle, çıplak ayakla koşmanın yalnızca rahatsızlık verebileceğini söylüyor.
 
Yani değil pazar günü koşusuna çıkan bir amatör, Mo Farah bile şu saatten sonra çıplak ayakla koşarsa bir yerlerini incitebilir.

11 Ekim 2013 Cuma

Latin Amerikaya Geri Dönen Kupa ve Belçika’nın Çıkışı

11.10.2013 tarihli Sol'da yayınlanmıştır.
Latin Amerikaya Geri Dönen Kupa ve Belçika’nın Çıkışı

Son zamanların en çok merakla beklenen dünya kupasına doğru yol aldığımızı söyleyebilir miyiz? İşin doğrusu her kupa heyecan yaratır, kıtalararası yolculuklar yapanlar için de, buna gücü yetmeyip ev sahibi ülkenin futbolseverlerine imrenerek bakanlar için de.
Organizasyon 28 yıl aradan sonra Latin Amerika’ya taşınıyor ve favorisi bol olan 1986 yılının, Meksika’nın kavurucu sıcağındaki renkli futbol anılarının benzerlerini vaat ediyor. Her şeyden önce bu kupa Brezilya’da yapılacak ve ev sahibini finalin oynanacağı yenilenmiş Maracana’da görmek sürpriz olmayacak; tabi yeni bir 1950 hayal kırıklığı önceki turlarda yaşanmazsa. Bir diğer mesele, şu ana kadar Amerika kıtasında düzenlenen hiçbir turnuvada şampiyonluğa ulaşamayan Avrupa takımlarının, özellikle yıllardır dünya futbolunun 1 numarası olan İspanya tiki-takacılarının ve tekrar dünyanın saygıdeğer güçlerinden birisi olduğunu hatırlatan Almanya’nın performansları olacak. Kuzey Amerikalıların pek sevdiği tabirle bir “challange” da Leo Messi ve arkadaşlarını bekliyor. Messi için kaderin oyunu mu desek, eğer bu temmuz ayında ezeli rakipleri Brezilya ve diğerlerinin önünde kupayı kaldırmayı başarırsa, döneminin en büyük yıldızı olmakla kalmayıp, Maradona, Pele vd.nin yanındaki yerini sağlamlaştırmış olacak.
SSCB-Belçika, 1986 DK 2. Tur, ofsayt kokan goller Scifo'nun ve Ceulemans'ın attığı ilk 2 Belçika golü.
Yukarıdaki analojimize dönersek, 1986 kupasının bir özelliği, şampiyonluk iddiası taşıyan takım sayısının fazlalığı ve birçok ülkenin yakalamış olduğu sağlam jenerasyonlardı. Arjantin, F. Almanya, Brezilya’yı zaten hatırlıyoruz; Platini, Tigana, Papin gibi yıldızlarıyla Fransa;  ilk kez dünya kupasına katılan Elkjar ve Laudrup’lu Danimarka; Lobanovsky’nin makine nizamında top oynattığı Belanov’lu SSCB; kupanın gol kralı olacak Lineker ve diğer yetenekli oyuncularıyla 20 yıl önceki ilk ve tek şampiyonluğunun anılarını canlandırmak isteyen İngiltere; Butragueño ile 30 küsur yıl aradan sonra en güçlü kadrosunu oluşturan İspanya; ev sahipliği avantajının yanına Real Madrid efsanesi Hugo Sanchez’i de ekleyen Meksika; turnuvadaki çekişmenin seviyesini müjdeliyordu. Kupanın sonunda adından söz ettirecek bir başka takım da Belçika’ydı. Her ne kadar SSCB’yi ofsayt kokan 2 golle eleyerek kalbimizi kırmış olsalar da, Pfaff-Gerets-Van der Elst’le oluşturdukları sağlam savunma, yetenekli Scifo ve golcü Ceulemans’la yarı finali yakalamışlardı.
Flamanı ve Volanıyla Belçikalılar, 2000 yılında Hakan Şükür’den yedikleri tuhaf golden sonra, ülke çapında bir yenilenme hamlesi başlattılar. Hedeflerinde Anderlecht’in yeniden Avrupa şampiyonluğuna oynaması ya da Standard Liege, Brugge gibi kulüp takımlarının parlatılması değil, güçlü bir milli takımın inşa edilmesi vardı. Federasyonun hazırladığı futbolcu yetiştirme planına kulüplerin çoğu uyum sağladı; benzer bir homojenleşme, bütün yaş gruplarının aynı diziliş/sistemle, hızlı ve esnek bir 4-3-3’le oynamasının kararlaştırılmasıyla sağlandı. Bu stratejinin ürünü olan yeni jenerasyon 5-6 yıldır, alt yaş gruplarında başarılı sonuçlar alıyordu. 2014 elemelerinde, Sırbistan, Hırvatistan, İskoçya gibi ülkelerin önünde liderliklerini rahat bir biçimde sürdürüyorlar. Kırmızı şeytanlar – otantik bir lakap olmadığını kabul etmek lazım - bu akşam Zagreb deplasmanından alacakları 1 puanla, Brezilya vizesini cebine koyabilir.
2013 model Belçika, Belgrad'da müthiş bir deplasman performansı. 


Takımın başarısında, küçük yaşlardan itibaren birlikte oynayan oyunculardan kurulu olması kadar, bu oyuncuların çok yönlü ve yetenekli olmalarının da payı var. Özellikle Premier Lig’de ter döken Eden Hazard, Christian Benteke, Marouane Fellaini, Moussa Dembele’nin gösterdikleri performans, milli takımları yıllardır dökülen İngilizlerin zihinlerinde “acaba yol bu mudur?” sorusunu doğurmuş. Gerçekten de, başta Ada basını olmak üzere son aylarda Belçikalı futbolcularla yapılmış ve ana ekseni milli takımın başarısının sırları olan birçok röportaj bulabiliyorsunuz. Sporcuların yanıtları bir bütünlük gösteriyor; zaten yukarıdaki bilgilerin bir kısmını da bu röportajlardan derledim. Hollanda’nın total futboluyla, Afrikalı oyuncuların Fransız stiline kattığı tempolu oyunun bir karışımını oynadıklarını söyleyen Belçikalıların Brezilya macerası, bu yazın beklenti yaratan konuları arasında yer alıyor. 

4 Ekim 2013 Cuma

2014 Soçi Tartışmaları

04.10.2013 tarihli sol'da yayınlanmıştır.
2014 Soçi Tartışmaları

Bir süredir Katar 2022 Dünya Kupası ile ilgili tartışmaları bu köşeye taşımaya çalışıyorum.  Bu konu, bugün ve yarın düzenlecek olan FIFA İcra Komitesi toplantısının açıklanan resmi gündeminde yer alıyor, ancak işçi ölümleri ve ülkenin yaz mevsiminde futbol oynamaya elverişsizliği konuları konuşulacak mı ya da bu konular ileri bir tarihe mi ertelenecek henüz belli değil.

Son zamanlarda büyük çaplı uluslararası organizasyonların düzenlendiği ülkeler, insan hakları sorunlarından, siyasi mirasçısı sayıldıkları devletlerin geçmişte işledikleri suçlardan özür dilememiş olmalarına kadar çeşitli konularda tartışmaların odağı oluyorlar. Soğuk Savaş yıllarında da ev sahibi ülkeler üzerine tartışmalar yaşanıyordu; ancak bunlar daha ziyade ABD öncülüğündeki ülkelerin Afganistan harekatı gerekçesiyle Moskova 1980’i boykot etmeleri, 4 yıl sonra SSCB ve Varşova Paktı tarafının, Los Angeles’ı boykot ederek rövanş alması gibi dünya sistemleri arasındaki rekabete dayanıyordu.

Türkiye kamuoyu bunun son örneğiyle, nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan saygın gazetecilerden Fehim Taştekin’in Soçi havaalanında mahsur kalmasıyla tanıştı. Görünüşe göre, Taştekin’in, Çerkes halklarının 1864 yılında uğradığı kitlesel kıyım ve sürgünden ötürü Rusya Federasyonu’nun özür dilememiş olmasından ötürü yaptıkları 2014 Soçi Kış Olimpiyatları karşıtı kampanyaları hakkındaki yazıları, bu konuda kendisine kesin bir açıklama yapılmamış da olsa, onun Rusya’ya girişinin 5 yıl boyunca engellenmiş olmasıyla sonuçlanmış. Çerkeslerin, Soçi’nin evsahipliği kesinleştiğinden beri, Rusya’nın bu kırımı kabul edip özür dilemediği müddetçe, ev sahipliği hakkının alınması yönündeki talepleri sonuç vermedi. Konuyu daha da dramatik hale getiren birkaç detaydan da bahsedelim. Kış oyunları 1864’ün 150. yıldönümünde gerçekleşecek ve alp disiplini pistinin yapıldığı Kransaya Polyana, Rusçada kızıl/güzel (Rusçanın en meşhur kelimesi bu iki anlamı da taşıyabiliyor) çayır anlamına geliyor ve 1864’te halklara mezar olmuş bir bölge.
2000 Sydney yaz oyunları, Aborjinlerin ve diğer yerli halkların modern Avustralya’nın kuruluşunda resmi bir statü tanınmayıp dışlanmalarını, bu halkları Oyunların onore edilen etnisitesi ilan ederek telafi etmeye çalışmış, Aborjinlerin ülke tarihindeki ve toplumsal yapıdaki konumları, açılış ve kapanış törenleri ve diğer platformlarda işlenmişti. Benzer uygulamalar, ABD’de yapılan Oyunlarda, Kuzey Amerikalı yerli halklar için de gerçekleştirildi. Hemen akla şu soru gelebilir, eğer olimpiyat ya da dünya kupası düzenleyen ülkelerin geçmişleri sonuna kadar irdelenecekse ve bu ülkeler, geçmişlerindeki trajedilerle yüzleşmeyi reddetmeleri halinde, ev sahipliği hakları ellerinden alınacaksa, özellikle emperyal geçmişleri bulunan ülkeler düşünüldüğünde, dünyanın herhangi bir yerinde olimpiyat oyunları düzenlenebilir mi? Birkaç yüzyıl önceye gitmeye gerek yok, 1945 yılında iki atom bombasıyla kırdığı, en kısa sürede en çok insan öldürme rekorunun sahibi ABD, bu vahşetten ötürü Japonya’dan ve bütün dünyadan resmen özür dilememişken, 1984 Los Angeles, 1996 Atlanta, 2002 Salt Lake City’i ne yapacağız?

Yanlış anlaşılmaması için, her ne olursa olsun Soçi Olimpiyatlarıyla 1864 Çerkes kırımı ve sürgününün dünya gündemine girmiş olmasının da kayda değer bir gelişme olduğu notunu düşerek, Rusya’nın eleştirildiği bir diğer konuya geçelim. Batı ülkelerinde LGBT birey ve topluluklarının kendilerini toplumsal yapıda kabul ettirmeye başladıklarını, aynı cinsiyetlerdeki insanların evliliklerine birçok eyalet ve ülkeden izin çıkmaya başlamasından ya da LGBT bireylerin kimliklerini gizlemeden yalnızca performatif mesleklerde değil, kamu sektöründe de önemli görevlere yavaş yavaş da olsa gelebiliyor olmalarından anlayabiliyoruz. Bu durum olimpiyat oyunlarına da yansıyor. 2010 Vancouver kış oyunlarında ve 2012 Londra yaz oyunlarında açılan “Onur Evi”nin kuruluşu, Krasnodar mahkemesi tarafından “Rus toplumunun temelini bozabilecek, geleneksel olmayan cinsel yönelimlerin propogandasının önlenmesi” gerekçesiyle engellenmiş durumda. LGBT atletler ve kuruluşlardan gelen tepkiler üzerine IOC, Rusya’daki eşcinsellik karşıtı yasaların Soçi’de uygulanmayacağına dair güvence aldıklarını söyleyerek ortalığı yatıştırmaya çalıştı. Yine de tartışmalar süreceğe benziyor. Ayrıca, olimpiyata katılacak bir sporcunun bu yasayı protesto etmesinin, IOC Olimpik Şartı politik dışavurumları yasakladığı için, bir yaptırımla karşılaşması da mümkün.


Kış aylarına yaklaştıkça, oyunlarla ilgili sportif değerlendirmelere de yer vermeye çalışacağım. 

27 Eylül 2013 Cuma

Paidar Demir ve Bir Çocukluk Anısı

Paidar Demir ve Bir Çocukluk Anısı

Cuma günleri yazmak avantajlı ya da dezavantajlı olabiliyor. Haftasonları maçlar ve turnuvalarla hareketlenen gündemin ürettiği tartışmalar, takip eden birkaç gün içerisinde tüketiliyor ve cuma gününe gelindiğinde yeni konular konuşulmaya başlanıyor. Bu durumda cuma günü, bir önceki haftasonunun gelişmeleri üzerine kalem oynatmak isteyen yazar, bir yandan konuların belli bir olgunluğa erişmesinden ve verilerin birikmesinden yararlanma avantajını yakalarken, öte yandan benzer görüşlerin tekrar edileceği bir yazıyı yazmanın riskiyle karşılaşabiliyor. Kuşkusuz Türkiye’de hangi tartışmanın istenilen olgunluğa erişebildiği ya da hangi konunun yeterince tüketilerek sıradaki gündem maddesine gönül rahatlığıyla geçilebildiği sorgulanmaya açıktır. Yine de Beşiktaş-Galatasaray derbisinde yaşananlar ya da Fatih Terim’in sözleşmesinin tek taraflı olarak feshedilmesi konularını pas geçmek hakkımı kullanıyor ve Burhan Felek Spor Salonu’nda bugün başlayacak olan Paidar Demir Erkekler Voleybol Turnuvası’ndan, daha doğrusu turnuvaya adını veren büyük sporcudan bahsetmek istiyorum.
Türkiye'de kurumlar ellerindeki arşiv görüntülerini insanların rahatça erişebileceği bir biçimde kullanıma açmayı pek sevmediklerinden, yakın zamana kadar oynamış Paidar'a ait bir maç kaydına internette rastlayamıyoruz. 

İlki geçtiğimiz yıl düzenlenen ve yeni sezona hazırlık amacını taşıyan turnuvaya, Galatasaray’ın evsahipliğinde, İstanbul BŞB, Olympiacos ve Tomis Costanta takımları katılacak. 2006 yılında geçirdiği bir trafik kazasında yaşamını yitiren Paidar Demir’in, kulüp tarihinin en önemli voleybolcularından birisi olduğunu söylemeye gerek yok. Adı, kendisi gibi bir Galatasaray efsanesi olan meslektaşı ve babası Ayhan Demir’in, bir uçak kazasında yaşamını yitiren yine GS’li arkadaşı Paidar Dobra’dan geliyor. Bir sporcunun kulübüyle özdeşleşmesinin, onun kaderi olmasına hangi sıklıkla rastlanır ki?

Sarı kırmızılıların 1980’li yıllardaki 3 yıl üst üste şampiyon kadrosunun vazgeçilmez isimlerinden. Basketbol ve futbolda olduğu gibi yabancı oyuncu sayısının az olduğu - ki bu dönemin GS Erkek Voleybolundan şu an ismini anımsayamadığım bir Yugoslav oyuncudan başkası hatırıma gelmiyor - ve yerli oyuncuların takımlarının önemli parçaları olduğu bu yıllarda 8 numaralı “Pako”nun, uzun sayılamayacak boyuna rağmen yaptığı smaçlar ve hemen her maçta gösterdiği adanmışlıktı onu vazgeçilmez kılan. Bu şampiyonluklardan birkaç sezon sonrası, Ankara Selim Sırrı Tarcan Spor Salonu’nun tenha tribünlerinde Galatasaray, muhtemelen Halk Bankasıyla oynuyor. Ellerimde, o yıllarda 19 Mayıs Stadyumu’nda da popüler bir atıştırmalık olan peynirli pide ve vişne suyu ve yanımda babamla, oradayız. Tenha tribünlerin aslında insanı oyunun içine çeken bir yönü de vardır; oyuncular arasındaki diyalogları, molalarda koçun verdiği talimatları duyabilirsiniz. Bu maçta da, kaptan Paidar’ın o gün pek de iyi oynamayan takım arkadaşlarını motive etmek için söylediği “bon servis!” ya da “bas bloğu” nidalarını sıklıkla işitiyoruz. Takım ilk iki seti kaybettikten sonra, kaptanın üstün gayretiyle maçı çeviriyor ve 3-2 kazanıyor. Karşı tribünde, babamın söylediğine göre banka personelinden oluşan ev sahibi taraftarlar sessizliğe bürünürken biz galibiyeti kutluyoruz. Bu sırada, salon tenha olmasa da işitilecek bir haykırış yanı başımdan geliyor: “Aslanım Paidar!”. Sahada arkadaşlarıyla mütevazı bir kutlama yapmakta olan kaptan, şaşkınlıkla başını kaldırıp babama el salladığında bu coşkulu tezahüratın kaynağını da öğrenmiş oluyorum.
Maçtan sonra salondan ayrılırken, takımın okul servislerini andıran bir minibüs içinde geç kalanları beklemekte olduğunu görüyoruz. Kaptan, servisin en fiyakalı yeri olarak düşünülen arka dörtlünün cam kenarında oturuyor. Takımın ertesi gün bir maçı daha var; bu yıllarda zaten Ankara ve İstanbul takımlarından müteşekkil voleybol liginde, takımlar bir haftasonunda iki deplasmanı aradan çıkarıyorlar. Babam, Paidar’a gidip ertesi gün oynanacak maçın saatini sormamı söylüyor. Bir süre çekingen davrandıktan sonra, tam cesaretimi toplayıp yanına vardığımda aracın motoru çalışıyor ve kaptan beni görmeyerek camını kapatıyor.


Kaptanın ömrü, 42 yaşına kadar aktif olarak sürdürdüğü sporculuk kariyeri kadar uzun olmadı ne yazık ki.

16 Eylül 2013 Pazartesi

Katar 2022 Tartışmaları Devam Ediyor

13.09.2013 tarihli sol'da yayınlanmıştır.

Katar 2022 Tartışmaları Devam Ediyor

Bu satırlarda evsahipliği Katar’a verilen 2022 Dünya Kupası etrafındaki tartışmalara daha önce değinmiştim. Tekrara düşmemeye çalışarak, sporseverlerin bazen gözlerinde çok büyüttüğü uluslararası spor kuruluşlarının halini de gözler önüne seren, bu konudaki gelişmeleri aktarmak istiyorum. FIFA Başkanı Sepp Blatter, organizasyonun çöl ikliminin geçerli olduğu ülkede yaz aylarında oynanmasının doğru olmayacağı savını ileri sürmüş, “3 yıl önce bu kararı verirken aklınız neredeydi” sorularıyla karşılaşmış, yanıt olarak İsrail, Ürdün ve Filistin ziyaretlerinden sonra bölgenin ne kadar sıcak olduğunu yeni fark ettiğini söyleyince de, haliyle alay konusu olmuştu. Blatter, artık bu kupanın kış aylarında yapılması için elinden geleni yapacağını da eklemişti.

NY Times yazarı Rob Hughes’a ve başkalarına göre, Katar seçiminin arkasındaki isimlerden birisi, aynı zamanda UEFA başkanı olan Michel Platini. Adaylık sürecinde ABD’nin teklifini desteklediği söylenen Blatter’in başlattığı takvim değişikliği tartışmasının önündeki en büyük handikap, haziran-temmuz ayları dışındaki hemen her seçeneğin başta Avrupalı devlerin futbol sezonuyla çakışması. Faal sporculuk döneminde, oynamak için neden İngiltere yerine İtalya’yı tercih ettiği sorusunu, “Çünkü Noel zamanı futbol oynamak istemiyorum” diye yanıtlayarak İngiltere liglerinin yoğun takvimini doğru bulmayan Platini, bugün de, bütün dünyanın 150 yıldır İngilizlerin takvimine uyduğunu, bir seferliğine de İngiltere’nin uyum sağlaması gerektiğini savunuyor. Ne var ki, turnuvanın mevsiminin değiştirilmesinin önündeki tek engel, küresel futbol sezonunun sekteye uğraması değil. Tarih değişikliğine karar verilmesi halinde, bazı uzmanlar, adaylık sürecinin yeniden başlaması gerekeceği yorumunda bulunuyorlar. Blatter’in bu kaotik durumdan çıkmak üzere 3 Ekimde toplanacak olan icra komitesine bir öneride bulunması bekleniyor.
Video, Katar ve Dubai (BAE)deki göçmen işçilerin çalışma ve yaşama koşulları hakkında. "Kafala" sistemi de anlatılıyor.

Kupanın körfez ülkesinde düzenlenecek olması, iklim-mevsim başlığı kadar popüler olmasa da daha önemli tartışmaları beraberinde getirdi. France Football’un ödüllü yazarı Philippe Auclair’in makalesinde yer verdiği üzere, geçtiğimiz nisan ayında küresel sendikal konfederasyon olarak nitelendirilebilecek olan ITUC, Katar’ın çalışan nüfusunun %90’ından fazlasını oluşturan göçmen işçilerin koşullarını ”modern zamanlarda kölelik” olarak nitenlendirerek, gerekli reformları gerçekleştirmemeleri halinde organizasyonun bu ülkeden geri alınmasını FIFA’dan talep etti. Mutlak monarşiyle yönetilen ve petrol zengini olan ülkede, diğer körfez ülkelerinde de uygulanan bir kefalet sistemi bulunuyor. Buna göre, Hindistan, Nepal, Filipinler gibi Asya ülkelerinden gelen göçmen işçilerin vize ve yasal statülerinde, işverenleri sorumlu tutuluyor. Pratikte çoğu zaman işçilerin pasaportlarına el konulması anlamına gelen bu sistem ve Katar’daki çıkış vizesi prosedürünün, işçinin ülke dışına çıkışını işverenin onayına tabi tutması, insan hakları sözleşmelerinin birçok maddesinin ihlali anlamına geliyor. Bu işçilerin çoğunun haftanın 6 günü, 10 saatlik mesailerle, ücretli yıllık izin gibi haklardan yoksun olarak çalıştırıldığını ve çöl sıcağında klimasız ortamlarda yaşamak durumunda kaldıklarından, uyku esnasında can kayıplarının da yaşandığını belirtelim. Yine Auclair’in aktarımıyla, Katar’ın evsahipliğine hak kazanmasından sonra, işçi haklarını geliştirecek bir yasa tasarısı üzerinde çalıştığını ve bunu FIFA ve uluslararası insan hakları örgütlerine sunduğunu öğreniyoruz. Ancak ITUC’un konuyu kısa bir süre önce gündeme getirmesi, bu konuda iyileşme olmadığını gösteriyor.

Daha da az tartışılan bir konu da, her kültürden, etnik kimlik ve inançtan insanın akın edeceği ve eğlenmek isteyeceği turnuvada, islami kurallara dayanan hukuk sisteminin ne kadar esneyebileceği. Biraz daha açmak gerekirse, Katar’da yabancılara içki satışı, çoğunlukla pahalı restoranlarda yapılıyor; ancak, örnek olsun, binlerce ingiliz taraftarın bira içmek için kendilerini bu restoranlarla sınırlamayacağını öngörmek zor değil. Katarlılar bu meseleyi halletmek adına, İstanbul’daki UEFA final maçı organizasyonlarından aşina olduğumuz, fanzone’larda içkiye izin verebileceklerini söylüyorlar. Yine de yeterli olacağını söylemek güç.

Aslında 2010 yılında, 2018’in Rusya’ya ve 2022’nin Katar’a verildiği oylamadan itibaren ele almak lazım meseleyi; önümüzdeki haftalara kalsın. 

5 Eylül 2013 Perşembe

İki Savaş Arası Dönemde İşçi Olimpiyatları

30.08.2013 tarihli sol'da yayınlanmıştır.

İki Savaş Arası Dönemde İşçi Olimpiyatları
-Bu yazıya ilham kaynağı olan Metin Kurt’a saygıyla-

Baron Pierre de Coubertin öncülüğünde yaygınlaşan modern olimpik hareketin modernitenin ya da bir başka deyişle kapitalistleşme ve ulus devletlerin kuruluş süreçlerinin bir çocuğu olduğu açıktır. Fransız spor adamı, spor karşılaşmalarının ulusların karşı karşıya geleceği yarışmalara dönüşmesinin savunucusuydu. Hatta, madalya kazanan sporcuların bayraklarının törenler sırasında dalgalandırılması da kendi önerisiydi. Bu arada “Olimpiyatların babası” olarak tanımlanan Coubertin’in bir Nazi hayranı olduğunu, IOC başkanlığındaki halefi ABD’li zengin Avery Brundage’ın, beyaz ırkın üstünlüğüne inanan ve Nazi hayranlığına, Franco hayranlığını da ekleyen bir faşist olduğunu ve nihayet, Brundage’ın yerini alan Juan Antonio Samaranch’ın da bir falanjist olarak ölümüne kadar Franco’ya sadık kaldığını ekleyelim. Olimpik hareketin yöneticilerinin bu kadar güçlü bir ulusal- hatta faşizan- söylemle ve sınıf mücadelelerinin hararetli olduğu bir dönemde ortaya çıkması, antitezini de yarattı. 
Bu fotoğraf, Manchester'daki bir müzenin arşivinden alınmış, tam tarihini ve detaylarını kestiremiyorum ancak muhtemelen 1930'lardaki İşçi Oyunlarından birisinin açılış töreninde çekilmiş.

1920 yılında Almanya’da kurulan Sosyalist İşçiler Spor Enternasyonali (SASI), Alman sendikal hareketine dayanan, sosyal demokrat olarak tanımlanabilecek bir oluşumdu ve işçilerin siyasi mücadelesiyle ilgilenmiyordu. Avrupa’da sosyal demokrat ve komünist partiler ve hareketlerin ayrışmasına tanıklık edilen bu dönemde, sporda da benzer bir ayrışma yaşanıyor, her ne kadar Sovyetlerin etkisi altındaki Komintern yönetiminin başlangıçta pek ilgisini çekmese de, Nikolay Podvoisky isimli bir Kızıl Ordu subayının insiyatifiyle bir de Kızıl Spor Enternasyonali (RSI) kuruluyordu. İki savaş arası dönemde, Avrupa’daki hemen tüm ülkelerden yüzbinlerce üyesi olan bu iki kurumun, SASI’nin düzenlediği İşçi Olimpiyatları ve RSI’nin düzenlediği Spartakiad oyunları, olimpiyat oyunlarına rakip olacak kadar ilgi çekiyordu. Hatta SASI hareketinin merkezlerinden kabul edilebilecek olan Viyana’daki 1931 Yaz İşçi Olimpiyatları, 100,000 civarında katılımcı ve 250,000 civarında izleyiciyle, 1932 Los Angeles Olimpiyatlarını geride bırakıyordu. 1937 yılındaysa RSI, dönemin Kominterninin faşizme karşı birleşik cephe düsturunu benimsemesi ve komünist partilerin sosyal demokrat partilerle ittifaklara yönelmesi kararıyla paralellik gösterir biçimde, Antwerp’te SASI ile birlikte İşçi Olimpiyatlarını düzenliyordu.
Kısacası iki savaş arası dönem, kapitalist-burjuva, sosyal demokrat ve komünist olmak üzere 3 farklı olimpik hareketin rekabetiyle geçiyordu. 2. Dünya Savaşı sonrasında ise, Sovyetler Birliği’nin, kapitalist ülkelerle barış içerisinde bir arada yaşama politikasını izlemeye başlamasının da bir tezahürü olarak, SSCB olimpik harekete dahil oluyor ve iki dünya sistemi arasındaki rekabet, doğrudan spor karşılaşmalarına yansımaya başlıyordu. SASI ise, yine 2. Savaşı izleyen yıllarda, biraz daha ehlileşerek ve etkisini yitirerek, Uluslararası İşçiler ve Amatörler Spor Konfederasyonuna (CSIT) dönüştü ve günümüzde de varlığını sürdürüyor.
2. Dünya Savaşından sonra Spartakiad'lar, Sovyetler Birliği'nde tüm cumhuriyetleri kapsayan halk yarışmaları olarak sürdü. Bunlara üst düzey sporcular da katılıyordu, 1975 yılına ait videoda olimpiyat şampiyonu Olga Korbut görülüyor.

Peki işçi sporu hareketi nasıl bir alternatif sunuyordu? Her şeyden önce, spor faaliyetlerine katılımın ayrıcalıklı kesimlerle sınırlanmaması, işçilerin de bu boş ve hoş zaman aktivitelerine katılmalarını hedefliyordu. Ayrıca, burjuva kültürüne karşı bir işçi sınıfı kültürünün oluşturulması açısından da önemseniyordu spor. Bu yaklaşımın bir görünümü, işçi olimpiyatlarındaki yüksek katılımı sağlayan ve IOC uygulamasının aksine, oyunlara katılım konusunda sporcuların başarılarını ölçen derece barajları, eleme yarışları gibi engeller çıkartılmamasıdır. Sovyetlerdeki kızıl spor hareketi de, yukarıda anılan farklılıkları taşımakla birlikte, benzer ilkelere yaslanıyordu.
Günümüzde sporcular ve antrenörleri yalnızca başarıya odaklayan sistem, artan doping kullanımının başlıca nedeni. Öte yandan, doping skandallarına her gün bir yenisinin eklenmesi de, izleyicilerin dürüst yarışmaya olan güvenini zedeliyor. İşler o raddeye geldi ki, yaz oyunlarının sembol branşı 100 metre yarışlarının tartışmasız lideri Jamaika’nın, birçok sporcusunda dopinge rastlanması nedeniyle Rio 2016’dan çıkarılması gündemde. İnsanlık spordaki metalaşmayı sorgulamaya ve alternatifler aramaya başladığında, bu deneyimlerin sunduğu önemli dersleri almaya da açık hale gelecektir.

23 Ağustos 2013 Cuma

Küba Sporu Geriliyor mu?

23.08.2013 tarihli soL'da yayınlanmıştır.
Küba Sporu Geriliyor mu?
1992 Barcelona olimpiyatlarında, 14 altın madalya ile sıralamada 5. sırayı elde eden karayip ülkesi dikkatleri üzerine çekmişti; evet öncesinde de örneğin boksta hep iddialı olagelmişler, arada bir de Alberto Juantorena gibi yıldız atletler yetiştirmişlerdi. Ancak, nüfus başına en çok madalya alan ülke oldukları bu olimpiyatlardaki başarıları olağanüstüydü. Bu başarının, “periodo especial” olarak adlandırılan ekonomik buhran yıllarına denk geldiğini de hatırlatalım.
Sydney 2000'deki Küba-Rusya final maçının son seti.

Bu süreçte Küba, geleneksel olarak iddialı olduğu boks ve beyzbolun yanı sıra, voleybol, judo ve atletizmin birçok dalında da başa güreşir oldu. Bir örnek vermek gerekirse, kadın voleybol takımı, ‘92-2000 dönemindeki bütün olimpiyat ve dünya şampiyonluklarını kazandı. Ancak son yıllarda bu ivme korunamadı; 2012 Londra’ya giden Küba sporcu delegasyonunun sayısı gözle görülür bir biçimde düştü ve geçtiğimiz hafta sona eren Dünya Atletizm Şampiyonası’nda Kübalı sporcular altın madalya kazanamadılar.

Uluslararası yarışmalarda azalan madalya sayılarının nedenlerini sorgulamadan önce, şu gerçeği not edelim. Küba’da devletin spora yaklaşımı, sporun halkın bütün kesimlerinin sağlıklı bir yaşam sürmesini sağlayacak bir biçimde yaygınlaştırmak ve bunu, başka ülkelerde görülebileceği üzere anayasada yer alan bir maddeye hapsetmiyor, aktif olarak hayata geçirmeye çalışıyorlar. Günümüzde sayıları 78,000’i bulan – ki bu toplam çalışan nüfusun yaklaşık %1,5’ine denk geliyor – spor/beden eğitmeni, yalnızca okul çağındaki çocuklara değil (okuldaki çocuklar da haftada 3 kez spor dersi alıyorlar) halkın kullanımına açık spor tesislerinde herkese hizmet veriyorlar. Antillerin incisinin, 2012 Paralimpik Oyunlarında aldığı 9’u altın 17 madalya, engellilerin de spor yapma olanaklarına sahip olduğunun göstergelerinden birisi. Elbette Kübalı sporcuların edindiği başarıların, ülkenin prestijini etkilediği ve devletin bu nedenle de ülkede spora önem verdiğini belirtelim.
Sydney 2000'deki çekişmeli uzun atlama finali, 4 salon, 3 açıkhava dünya şampiyonluğu olan Ivan Pedroso nihayet altını alıyor. Pedroso, 2013 Moskova'da, Kübalı Pichardo'nun önünde altın alan 3 adım atlamacı Fransız Tamgho'nun antrenörü aynı zamanda.

Tekrar sorumuza dönelim. Birkaç röportajından derlediğim kadarıyla Küba Atletizm Federasyonu başkanı Juantorena, öncelikle rekabetin seviyesinin çok yükseldiğini ve iyi atlet sayısının çok arttığını söylüyor. Ayrıca, ABD’nin uyguladığı ambargonun, gereksinim duydukları bazı gereçleri almalarına engel oluşturduğunu, sırıkçılar Yarisley Silva ve Lazaro Borges için almak istedikleri sırıkların yalnızca, ABD’deki USC firması tarafından üretildiğini ve bunları alamadıklarını anlatıyor (bir not daha, sırıkla atlamada daha yüksek atlayışlar gerçekleştirebilmek için, farklı özelliklere olan sırıklara ihtiyaç duyuluyor). Her ikisi de geçerli nedenler. Ancak Juantorena, atletlerin başka ülkeler ya da kulüpler adına yarışmalarının bu düşüşte etkisi olmadığını düşünüyor. Aslında atletizm özelinde bu sorun, boksta ya da beyzboldaki kadar ilerlemiş değil. Yine de geçtiğimiz haftalarda bahsettiğim, 110 metre engellide eski olimpiyat şampiyonu Dayron Robles’in Monaco kulübüyle sözleşme imzalaması, aynı daldaki genç yetenek Orlando Ortega’nın da Moskova Şampiyonasının hemen ertesinde milli takımdan ayrılması, sorunun buraya da sirayet ettiğini gösteriyor.

Fidel Castro birkaç yıl önce yazdığı bir yazıda, gelişmekte olan ülkelerin yetiştirdiği sporcuların, gelişmiş ülkeler tarafından transfer edilmelerini bir soygun olarak nitelemişti. Bu görüşe katılmamak mümkün değil diye düşünüyorum. Ancak sporun her dalının hem ticarileştiği hem de küreselleştiği bir zeminde, bazı kuralları esnetmek mümkün olabilir. Örneğin ülke dışında profesyonel bir kulüple sözleşme imzalayan sporcuların, milli takım adına yarışmaya devam etmelerine izin verilmesi düşünülebilir.


Bitirirken başlıktaki soruya dönecek ve yine atletizm üzerinden örnek verecek olursak, Küba kendi standartlarının altında kaldığı ve 25 sporcuyla katıldığı bu şampiyonada 3 madalya alırken, birçok sporcusu finale çıkmayı başardı. Türkiye için büyük başarı sayılacak olan bu rakamlar, Küba basınından takip edebildiğim kadarıyla bir yenilenme hamlesi konusunda tartışmaları başlatmış gözüküyor.

16 Ağustos 2013 Cuma

Geri Dönüşlerin Şampiyonası

16.08.2013 tarihli Sol Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
Geri Dönüşlerin Şampiyonası

Geçtiğimiz haftalarda, madalya adayları konusunda ahkam kestiğimiz Atletizm Şampiyonası’nın son 3 gününe girmiş bulunuyoruz. Atletizmin ilham verici yönünden, Moskova’da tanıklık ettiğimiz öykülerden bahsedelim bu hafta.
Dibaba rahat götürdüğü yarışta son 300 metre atağını yapıyor.

Bu şampiyona bir anlamda da geri dönüşlerin şampiyonası oluyor. Daha ilk gün, ilk final olan kadınlar maratonda, İtalyan anaokulu öğretmeni Valeria Straneo’nun öyküsü bunun habercisiydi. Son iki kilometreye kadar Kenyalı Kiplagat’ın önünde sürdürdü koşusunu. Oysa 37 yaşındaki atlet, doğuştan gelen bir kan hastalığı nedeniyle, kariyerinin hiçbir döneminde kapasitesini tam olarak kullanamamış, birkaç sene önce de dalağını aldırmak zorunda kalmıştı. Sporu bırakması gerektiğini düşünmüş, ancak operasyondan sonra kan değerlerinin normale dönmesiyle, bütün zamanını maratona vermesi gerektiğine inanmış. Önce ulusal rekor, ardından olimpiyat yedinciliği – maratonda çok iyi bir sonuç sayılır – ve dünya şampiyonasında gümüş madalya. Aslında geri dönüş olarak tanımlamak yetersiz bu serüveni, yeniden doğuş daha doğru olur sanki.
Tam anlamıyla bir geri dönüş öyküsünün son bölümü ise, 5. günün akşamında ilk defa bu kadar dolu olan Luzhniki’nin tribünleri önünde izlendi. Herkesin öngördüğü ve benim de bu sütunda bu öngörülere yer verdiğim üzere büyük bir çekişmenin yaşandığı kadınlar sırıkla atlama finalini, Yelena İsinbayeva kazandı. Atletizm seyretmeye 3-4 yıl ara verdikten sonra Moskova’daki şampiyonayla ekranlarının başına dönen bir sporsever, bu sonuca şaşırmayabilirdi. Ne var ki İsinbayeva, 2009 yılından bu yana büyük yarışmalarda altın madalya alamıyor ve 4.80’in üzerine çıkamıyordu. Başarılı atletleri ve 2. Dünya Savaşındaki destansı savunmasıyla (stalingrad) ünlü kent Volgograd doğumlu sporcu, geçen yıl Londra’da aldığı bronzla başlattığı geri dönüşü, Kübalı Silva ve ABDli Suhr’un önünde altına ulaşarak tamamladı.
Geçtiğimiz yıl yazılmaya başlanan bir diğer geri dönüş öyküsü, bu yazı yazıldığı saatlerde henüz tamamlanmamıştı. 400 metre engellinin eski prensi, her zaman zarif Felix Sanchez, Berlin, Beijing ve Daegu’daki büyük yarışlarda podyumun uzağında kalmıştı ve dereceleri de giderek gerilemekteydi. Geçen yıl kazandığı olimpiyat altını yeterince övgüye değerdi, ancak o bu yıl da finale çıkmayı başardı. 15 Ağustos (dün) yapılan yarışta, sezonun en formda atleti Kübalı Cisneros ve diğerleriyle girdiği mücadelenin sonucundan bağımsız olarak, bu zor disiplinde 35 yaşında başardıklarıyla tarihteki yerini pekiştirmiş oldu.
Sanchez’inki gibi, geçen yıl başlayan bir başka geri dönüş öyküsünün sahibi Tirunesh Dibaba’yı anmadan geçmek olmaz. Katıldığı her yarışın tartışmasız favorisi, Beijing sonrası yaşadığı sakatlıklardan ötürü yaklaşık 1,5 yıl spordan uzak kalmış ancak Londra’da 10,000 metrede altın madalyayı kazanmıştı. Etiyopyalı, bütün rakiplerinin çok iyi bildiği ancak karşı koyamadaığı, son 600 metredeki bitirici atağını yine yaptı ve kaçırdığı 2 dünya şampiyonasının acısını çıkarmış oldu.
Kalan 3 günün yarışları ve sorularından örnekler verelim. 10,000 metreyi kazanan Mo Farah, 5,000’i de alıp dubleyi tamamlayabilecek mi? Kadınlar yüksek atlamada, Chicherova yaşıtı ve yurttaşı Isinbayeva gibi seyircilerine altın madalya performansı izlettirebilecek mi? Bayrak yarışlarında ABD-Jamaika çekişmesine üçüncü bir ülke dahil olabilecek mi?
Keyif kaçırmaya aday bir soruyla bitirelim; seyirciler kazananları alkışlarlarken, onların dopingli mi yoksa temiz mi olduklarınından emin olabilecekler mi? 

2 Ağustos 2013 Cuma

Moskova Önlerinde-1

2 ağustos '13 tarihli soL'da yayınlanmıştır.

Moskova Önlerinde-1
10 Ağustos’ta Moskova’da başlayacak olan Dünya Atletizm Şampiyonası öncesinde formda atletlere ve heyecan vaat eden disiplinlere göz atalım.
Sprint alanına bir kez daha doping gölgesinin düştüğünü görüyoruz. Son birkaç hafta içerisinde, Usain Bolt’tan sonra dünyanın en iyi 2. derecesine sahip olan ABD’li Tyson Gay’in A numunesinde yasaklı maddeye rastlandı ve Gay, Şampiyonadan çekildiğini açıkladı. Ezeli rakipleri Jamaikalılar cephesindeyse, ülkesinde en azından Bolt kadar kahraman olarak  görülen eski dünya rekortmeni Asafa Powell’ın, yine A numunesinde yasaklı madde bulunması, bir moral bozukluğu yaratabilir. Bu durum, Bolt’un performansını etkilemeyecektir ancak, Johan Blake’in yokluğu da hesaba katılırsa, Jamaika’nın son olimpiyat oyunlarında, takım halinde kurduğu mutlak üstünlüğü tekrarlamasını zorlaştıracktır.
Her zaman çekişmeli 100m engellideyse, Kübalı eski dünya rekortmeni ve olimpiyat şampiyonu Dayron Robles’in ve eski dünya şampiyonlarından Çinli Liu Xiang’ın yokluğunda, 3 ABD’li David Oliver, Jason Richardson ve dünya rekortmeni Aries Merritt  öne çıkıyor. Robles’in hikayesi ise biraz karışık. Atletin, bir türlü tam olarak iyileşemeyen sakatlıklarından ötürü sporu bırakacağı söyleniyordu ve geçtiğimiz yıl, Küba kafilesinden affını istemişti. Ancak bu yıl haziran ayında Torino’daki bir yarışa katılması üzerine, Küba Atletizm Federasyonu Başkanı Alberto Juantorena IAAF’e bir mesaj göndererek, sporcunun ulusal takımla bir bağının kalmadığını ve Küba’yı temsil edemeyeceğini söyledi. Öte yandan Robles, şu anda sağlıklı olduğunu ve AS Monaco takımında çalışmalarını sürdürdüğünü söylüyor (Bu konuyu önümüzdeki haftalarda ele alabilmeyi umuyorum). Küba’nın bu branştaki geleneğini sürdürecek 2 isimden Orlando Ortega, 2012 yılında Havana’daki bir yarışta geçmeyi başardığı Robles’in yerini doldurabilirse, 2000 Sydney’de Anier Garcia’nın yaptığı gibi Kuzey Amerikalıların arasından sıyrılabilir.
İzlemesi en zevkli koşulardan birisi olduğunu düşündüğüm 800 metrede, Kenyalı rekortmen ve olimpiyat şampiyonu David Rudisha’yı zorlaması beklenen ve henüz 20 yaşını aşmamış iki genç var; Etiyopya’dan Muhammed Aman ve Cibutili Ayanleh Souleiman. 

Pistten sahaya uzandığımızda, çok çekişmeli geçmesi beklenen kadınlar sırıkla atlamadan bahsetmezsek olmaz. Önceki yıllarda, her hafta bir rekor kırmasına alıştığımız Yelena Isinbayeva, dinlenerek ya da podyumun dışında kalarak geçirdiği şampiyonalardan sonra, Londra’da olimpiyat bronzuyla dönüş sinyali vermişti. Luzhniki stadını dolduracak yurttaşlarının desteğiyle altın madalyayı almak isteyecektir. Olimpiyat şampiyonu ve Isinbayeva’nın yaşıtı Jennifer Suhr, en önemli rakiplerinden. Bu ikili kadar iddialı diğer bir isimse, karayip incisinin son dönem yıldızlarından Yarisley Silva, haziran ayında 4.90’ı geçerek bu yılın en formda atleti olduğunu kanıtladı. Diamond League yarışmalarında da branşında birinciliği sürdüren Kübalı yükselişini sürdürüp, bu iki rakibini geçebilir.
Bu yılın yeni keşiflerinden birisiyle, yine bir Kübalıyla devam edelim. Erkekler 3 adım atlamada 20 yaşındaki Pedro Pablo Richardo, olimpiyat ve dünya şampiyonu Christian Taylor’ı Lozan’daki bir yarışta geçti ve yılın en iyi derecesi de 17.69’la ona ait. Taylor’un da bu yıl 17.66 atladığını hatırlatalım. Bu ikiliyi zorlaması beklenen diğer isimler Fransız Teddy Tamgho, ve Richardo’nun yurttaşı Ernesto Reve.
Moskova 2013 hakkındaki ilk değerlendirmelerimin biraz taraflı olduğunu kabul ederek bitiriyorum. Gelecek hafta diğer disiplinleri ve Türkiyeli atletlerin şanslarını ele almaya çalışacağım.

27 Temmuz 2013 Cumartesi

Blatter’i Bu Güzel Havalar Mahvetti.

26.07.2013 tarihli soL'da yayınlanmıştır.

Blatter’i Bu Güzel Havalar Mahvetti.

Sepp Blatter, geçtiğimiz günlerde yaptığı bir açıklamayla, 2022 yılında Katar’ın evsahipliğine verilen Dünya Kupası’nın kış aylarında düzenlenmesi için mücadele edeceğini söyledi. Yaz aylarının çok sıcak geçtiği bu ülkede, sporcuların en iyi performanslarını ancak kış mevsiminde gösterebileceklerini de sözlerine ekledi.
Bu cümleleri sarf eden bir spor yazarı ya da sade bir  dünya yurttaşı değil, kendisi FIFA Başkanı. Bir başka deyişle, dört yılda bir kendi adını taşıyan kupayı, Kuzey Yarımküre’nin yaz mevsiminde düzenleyecek olan evsahibi ülkeyi belirleyen kurumun başkanı. Haliyle röportajı yapan muhabir, peki sayın başkan, 2010 yılında bu organizasyonu Katar’a verirken bu durumun farkında değil miydiniz, diye soruyor. Yanıt mantık sınırlarını zorluyor: “Öncelikle bu tarihe daha çok var... Ben bu düşüncemi, Ürdün, Filistin ve İsrail ziyaretlerim sonrasında dile getiriyorum. Bu ülkelerde havanın ne kadar sıcak olduğunu gördüm, kaldı ki Katar, bu ülkelerden daha da sıcak oluyor yazın... Stadyumları soğutabilirsiniz ancak bütün bir ülkeyi soğutamazsınız...” Şarlatanlık derecesinde saçma bir yanıt da olsa, dikkate alıp yanıta yanıt vermeye çalışalım. Diyelim ki Blatter, bazı ülkelerin başbakanları gibi kitap ya da gazete okumayı sevmeyen, genel kültürden pek nasibini almamış birisi olsun; Katar’ın adaylık başvurusunun değerlendirildiği ve kendi çalışanları tarafında yazılan raporu da mı okumamış? Internetten kolayca edinilebilecek bu raporun 8. sayfasında, ülkenin çöl iklimine sahip olduğu, turnuva dönemi olan Haziran ayı boyunca akşam sıcaklıklarının dahi 31 santigrat derecenin altına düşmediği belirtiliyor.
Kafanız karışmasın, birkaç ay önce "kupa haziran-temmuz'da yapılmak zorunda" diyordu. 

FIFA İcra Komitesi üyelerinden Theo Zwanziger, organizasyonun Katar’a verilmesinin en başından beri hatalı bir karar olduğunu ve Blatter’in bu U dönüşünün arkasında, Komitenin çoğunluğunun, 2010 yılında işletilen adaylık sürecinin adil olmadığına inanmasının yattığını savunuyor. Katar, nüfusu 2 milyonun altında olan ve futbolla tek ilişkisi, geçkin şöhretlerin emeklilik ikramiyelerini şişirmelerini sağlayan yüksek ücretlerle transfer edilmesi olan bir ülke. Bu nitelikler de bir evsahibi ülkede arancak türden olmadığından, 3 yıl önce karar açıklandığında haklı şüpheler dile getirilmiş, sonrasında çeşitli rüşvet iddiaları ve bunlardan kaynaklanan soruşturmalarla bu şüpheler ayyuka çıkmıştı. Hatta işler, Katarlı İcra Komitesi Üyesi Muhammed Bin Hammam’a, rüşvet suçlamalarıyla FIFA tarafından ömür boyu men cezası verilmesine kadar varmıştı. Yazar James Dorsey, Katar’ın adaylık süreciyle Bin Hammam’ın bir ilgisi olmadığı konusunda ısrar ettiğini ve bunun FIFA nezdinde şimdilik kabul gördüğünü yazıyor. Dorsey ayrıca, Katar’ın adaylık sürecinde, İcra Komitesi üyelerinin ülkelerinde futbol tesislerine fon sağlamak ve hazırlık maçlarının masraflarını karşılamak gibi, yasal olan ancak meşruluğu hayli tartışmalı faaliyetler de yürütmüş bulunduğunu hatırlatıyor.
Blatter ya da başka yetkililer, henüz 2022 Kupasının evsahibinin değiştirilmesi sinyalini verecek ifadeler kullanmıyorlar. Ancak turnuvayı Kış aylarına almak önerisinin de, Katar turnuvasının akıbeti konusundaki soru işaretlerini tekrar ortaya çıkardığını söylemek gerek. Blatter, bir seneliğine takvimimizi değiştireceğiz dese de, bu o kadar kolay değil. Avrupa’nın büyük takımları zaten oyuncularının 1 ayı aşan bir süre boyunca takımdan uzaklaşmalarından ve sakatlanma risklerinin artmasından şikayetçiyken, kupanın tam da futbol sezonunun ortasındaki 3-4 haftalık boşluğa sıkıştırılmasına sessiz kalmayacaklardır. Bunun yanısıra, Okyanusya’dan Güney Amerika’ya kadar bütün konfederasyonların eleme takvimi de değişmek durumunda kalacak. Bu öneri şimdilik pek de ciddiye alınmışa benzemiyor; Guardian ve Foreign Policy gibi ağırbaşlı medya kuruluşları tarafından popüler dizi Game Of Thrones’la özdeşleşen “Winter is Coming” (Kış Geliyor) nidalarıyla karşılandı.

Şairin dediği gibi, Blatter’i bu güzel havalar mahvetti.

Başgan Obama’nın Beyaz Perdedeki Tezahürü

27.07.2013 tarihli soL'da yayınlanmıştır.

Başgan Obama’nın Beyaz Perdedeki Tezahürü

Neden bütün felaketler ABD’nin başına gelir? Depremler, kasırgalar, su baskınları, savaşlar, terörist saldırılar, seri cinayetler, kitle katliamları, çete savaşları... Bu anlamsız bir soru, hatta felaketlerin en büyüğü olan iç ya da dış savaşların, 20. yüzyıl boyunca uğramadığı yegane kıtanın Kuzey Amerika olduğu da ortadadır. Ancak hal böyleyken, diyelim ki 22. yüzyılda, tarih bilincinden şüphe duyulmayacak bir araştırmacı, son iki yüzyılı sinemanın, özellikle de Hollywood sinemasının sunduğu perspektiften değerlendirmeye kalkacak olursa, karşılaştığı manzaraya anlam vermekte zorlanacaktır.

Halen vizyonda olan bir film, White House Down (Beyaz Saray Düştü), pişmiş tavuğun başına gelmeyeni, bu güzelim ülkenin başına getiriyor yeniden. Yönetmen Roland Emmerich’in 2012 ve The Day After Tomorrow gibi önceki prodüksiyonlarını anımsatan, yüksek bütçeli, bol çatlamalı patlamalı felaket-aksiyon filmlerinin en yenilerinden. Yapım, Obama dönemi sineması olarak nitelendirilen yeni bir eğilimin bir parçası olarak da değerlendirilebilir. Obama sinemasıyla kast edilen, bir grup sinemacının bilinçli bir biçimde oluşturduğu bir akım değil. Yeni Film dergisinin 28. sayısında Özge Özdüzen’in konu üzerine yazdığı yazıdan anlaşıldığı üzere, Obama döneminde ABD’nin küresel imajının önceki Bush dönemine nazaran daha parlak olduğu inancı Hollywood tarafından benimsenmiş ve bundan ötürü, militarist-milliyetçi imgelerle bezeli propoganda filmleri yeniden revaçta olmuş.Gerçekten de, Zero Dark Thirty ve Argo gibi propoganda filmlerinin sayısı, soğuk savaş yıllarını anımsatacak seviyede artmış durumda.
Aslında lafı bu kadar dolandırmaya gerek yok, film doğrudan doğruya Obama’yı anlatıyor! Başkan Sawyer ( Jamie Foxx) canlandıran aktörden de anlaşılabileceği üzere Afro-Amerikan ve Obama gibi, sigarayı bırakmanın stresiyle nikotin sakızı çiğniyor, “Air Jordan” marka ayakkabı giyiyor ve Ortadoğu’ya barış getirmek üzere, bölgedeki ülkelerde bulunan bütün askerlerini geri çekeceğini açıklıyor (Bu kadar aleni göndermelere bir de kurtlar vadisinde rastlıyorduk). Ancak bu sonuncusunu gerçekleştirmesinin önünde bir engel var; kendi yönetim kadrosu içerisinde de nüfuz sahibi olan savunma sanayisi sektörü. Bu sektörün adamı, aynı zamanda başkanı korumakla görevli Gizli Servis’in başı Ajan Walker (James Woods), asker olan oğlunu başkan tarafından onaylanan gizli bir operasyon sonucunda yitirmiş; ancak baskını organize etme motivasyonu bu değil, başkanın Ortadoğu’daki “barışçıl” politikaları. Yine eski bir asker olan koruma polisi Cale (Channing Tatum), iletişim sorunları yaşadığı 11 yaşındaki kızının Sawyer-Obama hayranlığından esinlenerek, başkanı Beyaz Saray baskınında koruma görevini üstleniyor.
Filmdeki Obama savunusu mantık sınırlarını zorluyor. Öyle bir ABD başkanı portresi çizilmiş ki, hiçbir zaafı yok, sanki süper gücün lideri değil de – yatağının başucunda biyografisi de olan -  20. yüzyılın hemen her kesim tarafından saygı duyulan nadir figürlerinden Nelson Mandela. Çocuk ruhlu bir başkan. En sevdiği şey, konutuna dönerken helikopteriyle Washington D.C. semalarında alçak uçuş yapmak ve bu tutkusu de-facto koruması Cale’in kızı Emily (Joan Clarke) ile ortak. Başkan sürekli bir kaçış halinde, ulaşılamılıyor ve yaşanan her patlamayla hayatından endişe ediliyor. Bu yönetim boşluğu krizinin aşılması için, başkanlık önce başkan yardımcısına, ardından düzenlenen bir komplo sonucu “kötü adamlar”ın adamı Temsilciler Meclisi Başkanına geçiriliyor(speaker of the house). Bu sırada başkan gibi davranan 11 yaşındaki Emily, babasıyla katıldığı Beyaz Saray turunda Walker’ın adamlarının eline düşmeden önce çektiği görüntüleri internete yüklüyor ve kriz boyunca soğukkanlılığını koruyor. Nihayet, eline sancağı kaptığı gibi Beyaz Saray’ın bahçesine fırlayarak, baskını hava bombardımanı (!) yoluyla bertaraf etme emrini alan uçaklara, buna gerek kalmadığını gösteriyor. Böylece, faiz değil ancak silah lobisinin ve Bush yönetiminin yere düşürdüğü bu sancak, Obama hayranı bir çocuk tarafından yerden kaldırılmış olunuyor ve bir başka Hollywood filmi daha, ekranda dalgalanan ABD bayrağıyla kapanıyor.

Hikayeyi benzerlerinden, örnek vermek gerekirse “24” dizisinden ayıran en dikkat çekici yan, kötü adamların, eski parıltılı günlerini arayan Ruslar, intikam amacı güden Sırplar ya da Araplar değil, bizatihi Kuzey Amerikalılar olmaları. Aslında filmin iyi bir çelişki yakaladığı söylenebilir; günün birinde bir başkan, sistemde ciddi bir yarılma anlamına gelebilecek bir doktrinle ortaya çıkarsa, ülkedeki iktidar odaklarının bu duruma tepkisi ne olur? Ancak filmin amacı, bu soruya yanıt aramak değil de, mevcut iktidar odağına ve emperyalizmin güncel politik açılımlarına övgü düzmek olduğu için, soru güme gitmiş oluyor.