29 Aralık 2012 Cumartesi

Neşeli Şarkılar, Acımasız Bağırışlar


*Bu yazı, 28.12.2012 tarihli soL'da yayınlanmıştır.


Liverpool taraftarlarının, 2007 Atina'daki Şampiyonlar Ligi Finali öncesindeki bir eğlencesinden, Luis Garcia şarkısı. 

Neşeli Şarkılar, Acımasız Bağırışlar

Futbol tezahüratlarını analiz etmeye çalışmak anlamlı mıdır? Öyle ya, özellikle Türkiye’de, tek ortak noktaları destekledikleri takım olan binlerce insanın bir arada haykırdığı ezgiler, çoğunlukla kendi takımlarına sunulan destek, ya da rakiplere duyulan kızgınlıktan başka bir anlam ifade etmiyor. Bu melodiler ve sözlerin, bir analizi tetikleyecek kadar veri sunmadığı söylenebilir.
9 Aralık tarihli Birgün’de Ziya Adnan, İngiliz taraftarların tezahüratlarından oluşan bir seçkiye yer verdiği yazısının başlığını haklı olarak, “Futbolu öldüren tezahüratlar” koymuş. Adnan’ın değindiği, Liverpool’luların, Busby Manchester United’ının Münih uçak kazasını hatırlatan şarkısına, kırmızı şeytanların, Hillsborough Faciasını hatırlatan bir dörtlükle karşılık vermeleri, henüz Türkiye’de karşılaşmadığımız bir acımasızlığa işaret ediyor. Buna karşın, bizdeki otomatikleşmiş karşılıklı küfürleşmeleri de, ehven-i şer olarak nitelememek gerekiyor. Her ne kadar bu küfürlere futbolcular, rakip taraftarlar, hakemler ve hatta bütün bir ahali alışmış olsalar da,  bazı somut örnekler üzerinden tekrar düşünmekte fayda var. Geçtiğimiz haftalarda Beşiktaş’ın Ankaragücü’nü “konuk ettiği” Kupa karşılaşmasında, tribünlerin büyük bir kısmı, uzunca bir süre geride götürdükleri maçın son anlarında öne geçince, geride kalan dakikaları rakip takıma küfür ederek geçirmeyi tercih etti. Beşiktaş taraftarlarının, 1993 yılından beri akıllarının bir köşesinde olan malum şike iddialarından ötürü, Başkent ekibine karşı yıllardır iyi hisler beslemediği bilinir. Ankaragücü’nün içinde bulunduğu mali ve idari sorunlar, onlara “oh olsun” da dedirtebilir. Ancak, somut durumun somut tahlili yapılacaksa, bu maçtaki küfürlerin, neredeyse karın tokluğuna oynayarak sahada elinden geleni yapmaya çalışan ve birçoğu, 1993 yılında yeni yeni yürümeye başlamış olabilecek yaşlarda olan futbolcuları etkilemediğini kimse söyleyemez. Yukarıdaki Münih türküsü kadar olmasa da, bunun da bir acımasızlık olduğunu düşünüyorum.
Biraz da nefret içermeyen, hatta insanı eğlendiren tezahüratlardan, yine bu yazıda andığımız tribünlere bakarak söz edelim. Türkiye’de artık pek işitilmeyen bir tür olarak, belli bir futbolcuyu destekleyen dizeleri, Liverpool taraftarı söylemeye devam ediyor. 2005 yılında İstanbul’daki efsanevi final maçını yerinde izleyebilmiş birisi olarak, sıkça duyduğum ve yetenekli ama sakar İspanyol oyuncuya yazılmış tezahürat mealen şöyleydi:”Luis Garcia, içer Sangria, Barça’dan geldi Liverpool’a, boyu bir yetmiş, futbolu müthiş!” Bir başkası, bunu Fanchants isimli internet sitesinde okudum, 2 sezon Anfield Road’da top koşturan Yunan savunmacı Sotirios Kyrigiakos’a adanmış : “Ah ne yazık, adını telaffuz edemiyoruz, Kyrgi-laaa, Kyrgi-laaa!”. Kaş yapayım derken göz çıkaran örnekler de var, sert savunmacı Nemanja Vidic’i övmeye çalışan, aynı sitede dinlediğim bir Old Trafford güftesi (Dean Martin-Volare ezgisiyle): “Nemanja, ooh oh aah a, Nemanja, ooh oh aah a, Sırbistan’dan geldi O, öldürüverir sizi O” . 
Türkiye’den de eskilerden bir örneği, yaratıcılıklarıyla övgülere mazhar olan Beşiktaş taraftarlarının gönlünü alma maksadımı da gizlemeden anmak isterim; Les Ferdinand için söylenen, çorap reklamı şarkısının sözleri değiştirilmiş hali “Ferdinand’dan müjde size!”. İnönü’nün eski bir tribün neferi olan bir arkadaşım, yıllar sonra keyifle anlatmaya devam ediyordu: “Koca koca adamlar nasıl da içten ‘müjdeeee’ diyordu!” 

22 Aralık 2012 Cumartesi

Şampiyonlar Ligi'ni Kim Kazanacak?


*Bu yazı, 21.12.2012 tarihli soL'da yayınlanmıştır. Yazının sonunda 1991 Şampiyon Kulüpler Yarı Final 1. maçı, Bayern-KızılYıldız'ın özeti izlenebilir.

Şampiyonlar Ligi’ni kimin kazanacağını merak ediyor muyuz?
Avrupa futbolunun gösterişli turnuvası Şampiyonlar Ligi’nde grup maçları geride kalmış ve 2. tur eşleşmeleri henüz belli olmuşken, kayda değer tek sürpriz olarak, geçtiğimiz sezonun şampiyonu Chelsea’nin elenmesi göze çarpmakta. Futbol tanrılarının sonucu belirlediği Celtic-Barça maçı gibi tek maçlık şokları saymazsak.
Futbol, bütün takım sporları arasında beklenmedik sonuçlarla en sık karşılaşılabilecek branş. Bu branşın günümüzdeki ana sahnesi Şampiyonlar Ligi ise, belli başlı büyük takımların güçlerini yarıştırdıkları, buna karşın diğer katılımcıların nadiren üst turlara yükselebildikleri bir yarışma haline geldi. 2004 yılındaki Porto-Monaco finalini izleyen sezonlarda, ilk finalini gören tek takımın Chelsea olması, durumu özetliyor.
Simon Kuper ve Stefan Szymanski, birlikte hazırladıkları ve Türkçe çevirisi de bulunan Soccernomics başlıklı çalışmada, Avrupa Kulüpler Şampiyonluğu’nun, yıllar içerisinde kentlere dağılımını veri alarak, çıkarımlarda bulunuyorlar. Kitabı okuyanlar, yazarların bazı sonuçlara, “indirgemeci” yorumlarla ulaştığı fikrine kapılmış olabilirler. Örneğin, İngiltere’nin uluslararası şampiyonalardaki başarısızlıklarını, orta sınıfın giderek kalabalıklaştığı bu ülkede, milli takımın oyuncu havuzunun halen ağırlıklı olarak işçi çocuklarından oluşmasına bağlamak, pek gerçekçi değil. Konumuza dönersek, yazarlar bu dağılıma bakarak, şampiyona tarihinin ilk yıllarında, Madrid ve Lisbon gibi faşist başkentlerin öne çıktığını, sonraları sınai işletmeleriyle tanınan Milan, Manchester vb. kentlerin kupaları kazanmaya başladığını, bir dönem nüfusu 1 milyonun altında olan, Nottingham, Mönchengladbach vd. kentlerin takımlarının finallerde görüldüğünü not ediyor ancak, Bosman kuralları ve diğer gelişmelerle birlikte, küçük kentlerin yeni finalistler çıkarmasının pek mümkün gözükmediğini tespit ediyorlar. Yazarların bu konuda eleştirel bir tutum almayarak, durum tespitiyle yetindiklerini de ekleyelim.
Gerçekten de Bosman kuralları, oyuncuların bireysel ve mali hakları üzerinde iyileşmelere yol açtıysa da, futbolseverlerin yeni bir Kızıl Yıldız, Dinamo Kiev, Borussia Mönchengladbach serüvenlerine tanık olmalarının önündeki engellerden bir tanesi. Hatta tartışmaya açık olmak kaydıyla,  AB üyesi ülkelerin vatandaşı olan futbolcuların, yabancı statüsüne girmeden bir başka AB ülkesinde oynayabilmesinin de bu engellerden bir diğerini teşkil ettiğini söyleyebilirim. Sorun yalnızca, yetenekli oyuncuların erken yaşlarda büyük liglerin yolunu tutması da değil; bu liglerin dördüncülerinin dahi Şampiyonlar Ligi’ne katıldığı bir ortamda, yıldız oyuncular, kendilerini göstermek için küçük liglerin şampiyon takımlarına gitmeye ihtiyaç duymuyor, bunun yerine örneğin Arsenal’in yolunu tutuveriyorlar. Bunu söyleyerek, geçtiğimiz haftalarda Mehmet Demirkol’un Spor Servisi programında dile getirdiği, yabancı oyuncu sayısındaki sınırsız serbestliğin, daha olumlu sonuçlar doğuracağı görüşüne katılmadığımı da belirtmiş oluyorum. Her ne kadar Demirkol’un, yukarıda anılan yazarlar kadar tutkulu bir serbest piyasa savunucusu olduğunu düşünmesem de, her iki yaklaşımın da aynı eksik değerlendirmeden muzdarip olduğunu düşünüyorum. Nasıl Avrupa Birliği vb. iktisadi-siyasi birlikler, ekonomik zenginlikleri arasında dağlar kadar fark olan ülkeleri aynı kriterlere göre bir araya getirdiğinde, Yunanistan, İspanya gibi ülkelerin yoksul emekçilerinin daha da yoksullaşması sonucu ortaya çıkıyorsa, Bayern Münih ile Olympiacos’un aynı koşullarda, eşit bir biçimde rekabet etmesi de mümkün değil.

*Şampiyonlar Ligi'nin arifesi, Şampiyon Kulüplerin son demleri. Böyle bir kızıl yıldız, dinamo, mönchengladbach, steau gelir mi bir daha?

9 Aralık 2012 Pazar

Socrates,yine, yeniden





*Bu Yazı, 07.12.2012 tarihli soL Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
Yine, Yeniden Socrates
Socrates’in ölümünün üzerinden bir yıl geçti ve bu süre içerisinde çok sayıda yazı okuma şansı bulduk; hemen her Brezilyalı futbolcu gibi bir lakabı olan ve, birçok başka niteliğiyle birlikte, lakabıyla müsemma oluşuyla da diğerlerinden ayrılan O Doutor hakkında.
Birçok soL okuru sporseverin de okuduğu düşünülebilecek bu yazılarda verilen bilgileri tekrarlamak lüzumsuz olacaktır. Ancak Socrates’in portresi bir çok boyutuyla, futbolun dönüşümü üzerine yeniden düşünmek ve konuşmak adına bolca veri sunuyor. Onun öyküsü, yalnızca bugünden bakıldığında değil, kendi dönemi içerisinde de sıradışı. Kariyerlerinin sonuna kadar futboldan başka bir işle ilgilenmesi neredeyse imkansız olan ve eğitimleri nadiren üniversite seviyesine ulaşan profesyoneller arasında bir tıp doktoru. Entellektüel olmanın hoş karşılanmadığı, aktivizmin ise bir günah addedildiği futbol dünyasında, özgün sözlerini ve yaratıcı eylemlerini sakınmadan ortaya koyan bir devrimci. Bir başka deyişle, ülkemizde bir dönemin kötü şöhretli “Ne sağcıyız ne solcu, futbolcuyuz futbolcu” klişesinin anti-tezi. Üstüne üstlük, işçilerinin yeşilaycı, bionik atletler olmasının beklendiği günümüz endüstrisinin, elinde birası ve sigarasıyla bir anti-kahramanı.
Doktorluğu, futbolu bırakmasından sonra memleketinde bir spor rahatsızlıkları kliniği açacak kadar sahici. Entellektüelliğini, geçtiğimiz haftalarda da bu köşede andığımız Bellos’un kitabında yer alan söyleşisinden anlayabiliyoruz. Kulüpleşmenin plaj futboluna kadar uzanmasıyla birlikte, çocukların eskisi kadar özgürce oynayamamasını ve futbolun her seviyede standartlaşmasını, Brezilya’nın kentleşme sürecine ustaca bağlıyor. Devrimciliği, kahramanlarının Fidel, Che, John Lennon ya da başkaları olmasıyla sınırlı değil. Benzer tarihsel figürleri konuşmalarında bolca anan başka futbolcuların yapamadığını, Vladimir(isme dikkat!) ve Walter Casagrande gibi takım arkadaşlarıyla beraber oluşturduğu Corinthians Demokrasisi hareketi ile başardı. En ünlü eylemlerini hatırlamadan olmaz: 18 yıllık diktatörlüğün son demlerinde, Corinthians forması üzerinden Brezilyalıları oy kullanmaya çağırmaları.
Sahanın içine bakıldığındaysa, Socrates’in kaptanlığını yaptığı 1982 Dünya Kupası’ndaki milli takımın macerasının, oyunun teknik ve taktik anlamındaki dönüşümünde bir milat olarak kabul edildiğini görebiliriz. Teknik direktör Tele Santana, 1978’deki başarısızlığı, oyuncuların yeteneklerini kısıtlayan bir anlayışa bağlamış ve isimlerini sayarken dahi insanı heyecanlandıran Zico, Socrates, Eder, Falcao gibi hücum virtüözlerini serbest bırakmayı tercih etmişti. Sonraları, Socrates de , “modern toplumda status quo karşısında kendi düşüncelerini üretecek ve bunu yaşama geçirecek insanlara ihtiyaç var” diyerek anlatıyordu ’82 Brezilya kadrosunun yaklaşımını. Sonuçta Brezilya, finale çıkmak için, o zamana kadar organize bir savunma takımı görüntüsü veren İtalya karşısında yalnızca bir beraberliğe ihtiyaç duymasına ve bu skoru 2 defa yakalamasına rağmen, biraz da kazanma tutkusunun verdiği sarhoşlukla, Rossi’nin üçlemesine engel olamamıştı. Bu maçtan sonra, savunmayı hücum kadar önemsemeyen geleneğin son temsilcisi Brezilya milli takımı da, Avrupalılaşma sürecine girecekti.
Brezilya’nın Metin Kurt’u, ne kadar anılsa azdır.

*Az ama öz gol yiyen Dassayev'in yediği o "öz" gollerden biri.

1 Aralık 2012 Cumartesi

Madrid Derbisinin Hatırlattıkları



Atletico Madrid'in 100. yılı için hazırlanan bir video, iç savaş sırasında, cumhuriyet ordusundan bir asker, faşist ordunun bir askerini esir aldıktan sonra, her ikisinin de "athletic" taraftarı olduğu ortaya çıkıyor. 
*Bu yazı, 30.11.2012 sol gazetesinde yayınlanmıştır.

Madrid Derbisinin Hatırlattıkları
Futbolseverler arasında geçtiğimiz hafta boyunca sıkça dillendirilen bir espri, Bekir’in röveşata golü, Melo’nun penaltı kurtarışı ve en nihayet, Servet’in gambetta gösterisi gibi sıradışı olayların, 21 Aralık Apokalipsinin habercisi olabileceğiydi. Bunlara bir yenisi bu cumartesi akşamı Madrid derbisi sonucunda eklenebilir: Athletico Madrid adına, 21. Yüzyıl’ın ilk Barnebau zaferi.
Madrid’in kırmızı-beyazlıları, Real ve Barça ile aşık atmanın, pahalı transferlerle ünlü futbolcuları toparlamaktan değil, genç ve yetenekli ama aynı zamanda kaliteli oyuncularla iyi bir takım kurmaktan geçtiğini anlamış görünüyor. Derbi öncesi, geçtiğimiz yılın rekorlar kıran performansının uzağında gözüken ezeli rakiplerinin sekiz puan önündeler. Bu rekabetin, Real cephesinde de ciddiye alındığını belirten en iyi örnek, efsane golcüleri Raul Gonzalez’in, 17 yaşındayken Atletico ağlarını sarsmasının*, kariyerinde attığı yüzlerce gol arasından en önemlisi seçmesi. Puan tablosu da galibiyete duydukları ihtiyacı açıkça ortaya koyduğundan, “derbilerin favorisi olmaz” klişesiyle maça ilişkin öngörülerimizi sonlandırabiliriz. Neyse ki, kapitalizmin mantığı Türkiye Ligi maçlarını paralı kanaldan izletirken, El Derbi Madrileňo’nun vaat ettiği seyir zevkini, cüzdanlarımız hafiflemeden tadabileceğiz.
Bu iki takım arasındaki rekabetin bir boyutunun da, takımların tarihsel olarak temsil ettikleri siyasi kimlikler ve bu kimlikler etrafında toplanan taraftarlar olduğu bilinir. Madrid’de yaşayan Basklı gençlerin, Atletic Bilbao’nun bir parçası olarak kurdukları ve sonrasında bu bağı kopararak yoluna devam eden bir kulüp olan Athletic de Madrid, İç Savaşta Faşist ordunun kuşattığı Cumhuriyet’in başkentinde ve diğer cephelerde birçok sporcusunu kaybetmişti. İç savaştan sonra ise, Franco rejimi öncelikle Athletic’e eğilir, kendi hava kuvvetlerinin takımı olan Aviacion Zaragoza ile birleştirir ve takımın Bask dilinde olan ismini, Atletico ile değiştirir. Kraliyet sembolünü taşıyan Real’in Franco’yla da özdeşleşmesiyse, Faşist diktatörlüğün, Di Stefano ve Puskas’lı eflatun-beyazlıların, Şampiyon Kulüpler Kupası üzerinde kurduğu hakimiyetten prestij sağlama çabasıyla yakından ilişkilidir. Hatta, solcuların Atletico Madrid’e ilgisinin, bu dönemden sonra arttığı yorumları da yapılmaktadır.
Aslında, başkentin ilerici kesimlerinin, kentin bir diğer takımı Rayo Vallecano ile daha eski bağlarının olduğunu söylemek gerekir. Son yıllarda sportif açıdan inişli çıkışlı bir grafik sergileyen Vallecano, 2011 yılında iflasın da eşiğine gelmişti. 2. ligde mücadele ettikleri bu dönemde, futbolcular ödenmeyen ücretleri için maçlardan önce pankart taşırken, taraftarlar ve kulüp personeliyle de dayanışma içerisine girmeyi ihmal etmemiş ve bazı oyuncular, kendi ücretlerinden fedakârlık ederek, personelin maaşlarının ödenmesine katkıda bulunmuşlardı. La Liga’ya dönen Vallecano’lu oyuncular aldıkları ortak kararla, geçtiğimiz bahar aylarında İspanya’da düzenlenen Genel Greve de katıldılar.
Biraz dağıttığım konuyu bağlamak adına, cumartesi gecesi kozlarını paylaşacak oyunculardan güzel futbol ve Vallecano’lu komşuları ve meslektaşlarını örnek almalarını beklemek, her futbolseverin en tabi hakkıdır diyerek, bu yazıyı sonlandırmış olalım.
*Mevzu bahis golün videosu.

23 Kasım 2012 Cuma

Sahada, Salonda, Masada Brezilya



Bu yazı, 23.11.2012 tarihli soL Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
Sahada, Salonda, Masada Brezilya
Geçtiğimiz Pazar Günü Tayland’da düzenlenen Futsal FIFA Dünya Kupası’nı, finalde İspanya’yı 2. uzatma devresinin sonunda 3-2 mağlup eden Brezilya kazandı. Bu, 7. düzenlenen organizasyondaki 5. zaferleri. Böylece, son iki turnuvada zirveye çıkan İspanya’ya kaptırdıkları ünvanlarını da geri almış oldular.
Salon futbolunun doğum yeri Latin Amerika, 1930’lu yıllarda neredeyse eş zamanlı olarak Montevideo ve Sao Paolo’daki YMCA salonlarında oynanmaya başlıyor. (Açılımı Young Men’s Christian Association olan ve dünya çapında Hristiyanlığın değerlerini yaymayı amaçlayan- hadi 70’li yılların ünlü şarkısını da anımsayalım- bu oluşum, Basketbolun da icat edildiği yer) Birkaç farklı kaynak, futsalın Brezilya’da gelişmesinin en önemli nedeni olarak, futbolun çok sevildiği bu gelişmekte olan ülkede, o yıllarda bu sevgiyi karşılamaya yetecek miktarda geniş çim saha bulmanın zorluğunu gösteriyor.
İlk defa bir futsal karşılaşması izleyen dikkatli bir futbolsever, bu sporun önde gelen temsilcisinin Brezilya milli takımı olmasına şaşırmayacaktır. Top kontrolünün ayak içiyle değil, topa basarak sağlandığı, rakibi geçebilmek için hız ve fizik gücünden ziyade, ince bileklere ve kıvraklığa sahip olunması gereken, topun nadiren havalandığı ve hokeydeki gibi yerde kayarak ilerlediği bu müstesna branşta elbette Horst Hrubesch’ler değil, Latin Amerikalılar başarılı oluyor. 2012 Dünya Kupasının parlayan oyuncuları da, yaşlı kurt Falcao, Neto ve Fernandinho gibi sarı-yeşil formayı terletenlerle, gol krallığında ilk iki sırayı alan ve Rusya ve İtalya adına oynayan Brezilyalılar. Futsalın Brezilya’daki popülerliği, bir göstergede futbolun dahi üstüne çıkıyor; bu spor, ülkede en çok oyuncusu olan dal.
Futbolun bilinen bir başka türevi de plaj futbolu. Bu branşın da Rio plajlarından neşet ettiğini biliyoruz. İngiliz Yazar Alex Bellos’un Futebol: Brezilya Tarzı Yaşam (Literatür Yayınları, çev. Çiğdem Özüer, 2003) başlığını taşıyan kitabı ise, futbol literatürünün en eğlenceli metinlerinden birisi olmasının yanısıra, meşin yuvarlaktan ilham alan başka oyunların da ülkedeki öyküsünü anlatıyor. Yetmişli yıllarda ismini duyuran ve maç sonunda hurdaya çıkacak olan arabalarla oynanan “Otobol” bunlardan bir tanesi. Oldukça masraflı bir oyun olduğundan, dünya çapındaki enerji krizinin kurbanı olmuş ve ömrü pek kısa sürmüş. Bir başka ve çok daha ucuz futbol türevi olan Futebol de Botao ya da Düğme Futbolunu ise, çocuklar mahallelerinde icat etmişler ve bu oyun günümüze kadar gelebilmiş. Bir diğer adıyla Masa Futbolu, diktörtgen bir masa üzerinde, iki oyuncu tarafından, düğmeler ya da yuvarlak diskler ve minik bir topla oynanıyor ve ülkede oldukça ciddiye alınıyor. Bazı eyaletlerde federasyonları, yaş kategorilerine ayrılmış turnuvaları ve hatta, oyuncuların bağlı oldukları takımları var. Bizim okul sıralarında, bozuk paralarla oynadığımız oyunu çağrıştırsa da, internet üzerinden yapılacak bir “futebol de mesa” aramasıyla, basit bir çocuk oyununun nasıl geliştirilebildiğini izlemek mümkün.
Yanlış bir karar verdiği düşünülen dünya çapındaki bir futbol hakeminin evinin, bir “haberci” tarafından basıldığı, bu hakemin kişisel yaşamının bütün ayrıntılarının televizyon kanallarında  harlanan dedikodu kazanlarında kaynatıldığı güzide ülkemizin spor kamuoyuna, bu işin özünde bir oyun olduğunu hatırlatma amacıyla kaleme alınmış bir yazıyı okudunuz.
Fotoğrafı fifa.com'dan aldım, linktede final maçının gollerini görebilirsiniz. Bir kez daha, Brezilyalı spikerlerin, rakip gol attığında dahi nasıl coşkulu biçimde anlatımını sürdürdüğünü görüyoruz. Bizde ise malum "aman, yapmayın çocuklar.... yapmayın.... maalesef..." den ibaret oluyor duyduğumuz sözcükler.

17 Kasım 2012 Cumartesi

Celtic Trust



*Bu yazı, 17.11.2012 Tarihli soL'da yayınlanmıştır.
Alternatif bir Futbol Yönetimi Arayışı: Celtic Trust
Geçtiğimiz hafta Glasgow Celtic tarihe geçecek bir galibiyet aldı Barcelona karşısında. Öyle ya, 2. yarıda yalnızca 47 saniye topa sahip olup, bu sürede bir de gol atarak, futbol ve istatistik arasındaki sancılı ilişkinin en çarpıcı örneğini sundular. Maçtan bir gün önce 125. yaşına giren kulüp, taraftarlarına daha güzel bir hediye veremezdi.
Elbette bu galibiyeti, önceki yazımda ismini anmakla yetindiğim Celtic Trust isimli oluşumun çabalarına bağlamak gibi bir niyetim yok! Yine de, 1999 yılında kurulan ve kendisini, “küçük hissedarların ve taraftarların çıkarlarını koruyan bir organizasyon” olarak nitelendiren birliğe değinmenin yararlı olacağını düşünüyorum, özellikle 13 Kasım Salı Günü soL’da yayınlanan Adana Büyükşehir Belediyesi “Spor” Fonu hakkındaki haberi okuduktan sonra.
Trust kurucuları, spor kulüplerinin herhangi bir ticari kuruluş olarak değerlendirilemeyeceğini, bunların sosyal kuruluşlar olduğu ve bilhassa Celtic’in, Glasgow’daki İrlandalı göçmenlerin sorunlarıyla ilgilenmek amacıyla kurulan bir kulüp olduğuna dikkat çekiyor. Trust’un hikayesi ise, 90’lı yıllarda Fergus Mc Cann isimli bir yatırımcının kulübün çoğunluk hissesini elde etmesi ancak bunun bir kısmını taraftarlara küçük parçalar halinde satmasıyla başlıyor. İlk etapta 10,000’in üzerinde taraftar küçük hissedar haline geliyor ve Mc Cann, 5 yıllık bir sürenin sonunda bütün hisselerini, finansal kuruluşlardan ziyade bireylere cazip gelecek bir plan çerçevesinde satıp kulüpten ayrıldığında, bireysel hissedarların toplam sermayesinin oranı, %50’yi aşıyor.
Trust tam da bu dönemde, bireysel hissedar-taraftarları bir çatı altında bir araya getirmek ve kulüp yönetimi üzerinde söz sahibi olmak amacıyla kuruluyor. Trust’a üye olmak için hissedar olmak gerekmiyor ancak üye olunca, üzerinde Trust yazan kulüp hisselerine de ortak olunuyor.
Peki bütün bunlar ne anlama geliyor?
Taraftarlar ne kazanıyor, kulüp daha mı iyi yönetiliyor? Önce olumlu sayabileceğimiz kısımdan başlayalım. Celtic’in ezeli rakibi Rangers’ın eski başkanı “Sir” David Murray 2000 yılında bir mülakatta, “Celtic’in harcadığı her 5 pounda karşılık biz 10 harcayacağız!” demiş ve bu sözünü tutmuştu. Yukarıda andığımız Mc Cann’in yönetimindeki Celtic ise, kulüpteki taraftar hisselerini arttırmanın yanısıra, transferde tutumlu davranmış, Parkhead’in kapasitesini arttırmış ve kulübü mali açıdan daha rahat bir noktaya taşımıştı. Rangers’ın geçen yıl likide edildiğini ve kulübün 4. Lig’de hayatına devam ettiğini hatırlatalım. Bunun yanı sıra, Celtic Trust, polisin taraftarlara saygılı davranması, deplasman yolculuklarının daha rahat geçmesi, hem iç hem dış sahada biletlerin fahiş fiyatlardan satılmaması gibi konularda da çalışmalar yapıyor.
Madalyonun diğer tarafına gelince, her ne kadar şu anda Celtic kulübünde yaklaşık 29,000 bireysel hisse bulunsa da- Trust’un internet sitesinden aktaralım- bunlardan yalnızca 2,000 kişi herhangi bir genel kurul ya da toplantıda oy kullanmış durumda. Bir başka deyişle, kulüpte hisse sahibi olmak, söz sahibi olmak anlamına gelmiyor. Öte yandan, kulübün resmi sitesi celticfc.net’ten öğrendiğimize göre, 2012 Haziran sonu itibariyle, ticari kuruluşların ve %3’ten daha fazla sahipliği olanların toplam oranı %60’ları bulmuş durumda.
Kapitalizm koşullarında, hele günümüzün finans tekellerinin hükmettiği dünyasında taraftarların kulüp yönetimlerinde etkin hale gelebilmeleri hiç de kolay değil. Ancak mücadeleden de vazgeçmemek gerekiyor.
Gastedeki yazıya bir ek yapayım: Yazının başındaki fotoğraf ve üstteki fotoğraf, geçtiğimiz yıl Celtic taraftarının öncülüğünü üstlendiği "Fans Against Criminalisation" kampanyasından. Geçen yıl sağcı Scottish National Party hükümeti, bizdeki "Sporda şiddet yasası" benzeri bir yasa geçirdi parlamentodan. Celtic taraftarları, epey çaba göstermelerine rağmen engel olamadılar bu yasaya. Yasanın, taraftarları "kriminalize" gruplar olarak göstermesinin yanısıra, özel olarak "irlandalı" kimliklerini ifade etmelerine de engel olacağından endişe ediyorlar.

10 Kasım 2012 Cumartesi

Rangers’ın Çöküşünün Ardından İskoç Futbolunda Son Gelişmeler



*Bu yazı, 09.11.2012 tarihli Sol Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
Rangers’ın Çöküşünün Ardından İskoç Futbolunda Son Gelişmeler
Futbol işlerinde bağımsız, dışişlerinde Birleşik Krallık’a bağımlı- ki bağımsızlıklarını kazanma yoluna artık resmen de girmiş bulunuyorlar- olan İskoçların, güneydeki komşularının sahip olduğu ihtişamda bir ligleri olmasa da, en az onlar kadar köklü bir futbol tarihinin mirasçıları oldukları su götürmez bir gerçek. Dünyanın en eski 2. futbol federasyonu, Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nın ilk kez Britanya’ya taşınması(Celtic-1967), milli stadyumları Hampden Park’ta kırılan ve yeni güvenlik kuralları altında bir daha tekrarlanması imkânsız olan seyirci rekorları gibi ünvanlar hep “ekose etekliler”e ait.
Öte yandan, İskoçya’nın Premier Ligi (SPL)nin görünümü, geçtiğimiz yıl patlak veren krizin sonucu olarak büyük ölçüde değişmiş durumda. Ligin 2 iddialı takımından birisi olan Glasgow Rangers, mali gerekçelerden ötürü SPL’den atıldı ve ufak bir isim değişikliğiyle, SFL olarak kısaltılan ligin 3. kümesinde(bir başka deyişle 4.Lig) mücadelesine devam ediyor. Bu gelişmeler, ticari değerinin yüksek oluşundan ötürü “Old Firm” olarak adlandırılan Celtic-Rangers derbisinin ve bu iki takımın şampiyonluk yarışının en iyi ihtimalle 2015 yılına kadar izlenemeyeceğini gösteriyor. Bu da SPL’nin yayın hakları anlaşması yinelenirken, belki Celtic’i değil ama ligin diğer takımlarını endişeye düşürecek ölçüde bir gelir kaybına mahkum edebilir. Celtic açısından ise durum biraz daha farklı, önümüzdeki yıllarda İskoçya’dan bir başka Şampiyonlar Ligi katılımcısı çıkmazsa, Avrupa futbolunun bu büyük pastasından alacakları payı paylaşmak durumunda kalmayacaklar. Kulübün bu süreçteki kazancı, kaybından daha fazla bile olabilir.
Rangers Taraftarları Ne Yapıyor?
Peki, pre-endüstriyel futbolun cefakârları, endüstriyel futbolun ise müşterisi olan taraftarlar bu gelişmelere nasıl tepki veriyor? Rangers taraftarları, geçtiğimiz yıl Birleşik Krallık’ın vergi otoritesi, Her Majesty’s Revenue and Customs (HMRC) tarafından kulüplerine yaklaşık 75 milyon Poundluk bir borç faturası çıkartılmasıyla başlayan süreçte, seslerini duyurmaya çalıştılar. Nisan ayında, henüz Rangers ligden atılmamışken, binlerce taraftar Hampden Park’a yürüdü, bütün taraftarları gidişata engel olmaya çağırdı. Eski bir Rangers oyuncusu olan John Brown da yaz aylarında bir çıkış yaparak taraftarlardan, takımı Sevco isimli fona bırakmamak için, SFL 3. liginde oynanacak sezonun kombine biletlerinden almamaya çağırdı. Kendi cebinden 40 bin£’u bir fona yatırıp, zengin iş adamları ve eski futbolcuları da benzer bir katkıyı, taraftarların adına yapmaya çağırdı. Brown’un yeterince planlanmamış bu girişimi sonuç vermedi ve Rangers, yeni mali ve idari yapısı ve yetenekli gençlerden oluşan kadrosuyla, alt liglerde görülmemiş bir gişeyle iç saha maçlarını oynamaya devam ediyor. Kısacası, Rangers taraftarları şimdilik arka planda kalarak “Feda” demeyi tercih etmiş durumdalar. Geçtiğimiz hafta da nihayet liderliğe yükseldiler.
Taraftarlara Kulüp Yönetimlerinde Yer Yok mu?
Bu soruya henüz olumlu bir cevap vermek güç. Ancak 90’lı yıllarda Ada’da kurulan ve 2000’li yıllarda Avrupa’ya da açılan Supporters Direct adlı oluşum, mevcut düzenin sınırları içinde, alternatif bir futbol yönetimi için çalışmalarını sürdürüyor. Örneğin, bu oluşumun şemsiyesi altında kurulan Celtic Trust, yeşil-beyazlı yoncaya gönül verenlerin, kulüp yönetimlerinde hisse ve dolayısıyla söz sahibi olmasını hedefleyen bir hissedarlar birliği.

Önümüzdeki haftalarda bu girişimleri ele almaya çalışacağım.

3 Kasım 2012 Cumartesi

Maraton Güzü



*Bu yazı, 02.11.2012 tarihli Sol Gazetesi'nde yayınlanmıştır. İnternetten bulduğum bu güzel fotoğraf için, uçan yurttaşımıza ve bu kareyi yakalayan arkadaşına teşekkür ederim. 
Maratonun Güz Mevsimi
İnsan dayanıklılığının simgesi, atletizmin ve olimpiyatların sembol branşı Maratonun sonbahar sezonu, Kıta Avrupasını etki altında bırakan “zamansız” soğuklardan etkilense de, takvimine uygun bir biçimde devam ediyor. Geçtiğimiz Pazar günü Frankfurt’ta koşulan ve Uluslararası Atletizm Kuruluşları Federasyonu (IAAF) altın etiketine sahip yarış, hava sıcaklığının 3 oC’yi ancak bulabildiği koşullarda gerçekleşti. Erkekler dünya rekortmeni olan Kenyalı Patrick Makau 34.km’de, Ethiyopyalı Deressa Chimsa’nın 50 metre gerisine düşmesine rağmen, son 3 kilometreye girilirken tekrar ele aldığı liderliği bir daha bırakmadı; derece: 2:06:08. Kadınlar yarışını ise, 10 km.den daha uzun erimli ilk yarışını koşan Ethiyopyalı Meselech Melkamu kazandı.
2012 Olimpiyat oyunlarının ertesine denk gelen bu yarışların, yeni bir dünya rekoruna sahne olması beklenmiyor. Gerçekten de, bir maratoncunun bir yarıştan sonra, yeni bir yarışa fiziksel olarak hazırlanması için haftalar hatta aylar gerekebiliyor. Buna rağmen, bu haftasonu koşulacak New York ve 11 Kasım Pazar Günü koşulacak İstanbul Avrasya Maratonlarına gelene kadar, heyecanlı yarışlar da olmadı değil. Son eylül sabahı düzenlenen Berlin Maratonu’nu erkekler yarışında, ilk iki sıradaki atletin finiş çizgisini omuz omuza geçişine tanık olduk. İki Kenyalıdan Mutai’nin, 1 saniyelik bir farkla Kimbetto’yu geride bıraktığı yarışın yüksek temposu, son birkaç kilometrede de devam etseydi, Mutai, Boston’daki derecesiyle kıramadığı Dünya Rekorunu pekâla, düz pistiyle rekorlara ev sahipliği yapmakla ünlenmiş olan Berlin’de kırabilirdi (Mutai, 2011 Boston’da şu ana kadar koşulan en hızlı maratonu koşmuş olsa da, bu derecesi, bu parkur IAAF rekor kriterlerini karşılamadığı için, rekor olarak tescil edilmedi).
Avrasya Maratonu Bu Yıl “Altın” Etiketli
İstanbul’da 34. gerçekleştirilecek olan Avrasya Maratonu, bu yıl IAAF’in “Altın” etiketli yarışlar kategorisine dahil edildi. Bu terfi, bu yıl İstanbul’da Maraton dünyasının “elit” tabiriyle anılan atletlerinin izlenebilmesi anlamına geliyor. Bir atletin elit kategorisine girebilmesi için, sözkonusu yarıştan 36 ay öncesine uzanan bir zaman dilimi içerisinde, IAAF tarafından belirlenen derece barajından daha hızlı bir yarış koşması, ya da son dünya şampiyonası ya da olimpiyat oyunlarında ilk 20 içerisinde yer almış olması gerekiyor. Güncel barajının erkeklerde 2:10:30 ve kadınlarda 2:28 olduğu düşünülürse, bu yıl erkeklerde 2:10’un altında bir derecenin geleceğini ve böylece parkur rekorunun kırılacağını öngörebiliriz (Kadınlarda ise, 2:28’in altında dereceler zaten elde edildi İstanbul’da). Peki dünya rekoru gelir mi? Parkur, yeditepeli şehrin inişleri ve çıkışlarıyla bezeli; mevsimin yağışlara gebe olduğu da malum. Bu şartlar da bir dünya rekoru için dostane bir atmosfer yaratmıyor.
Ahalinin Maratonu
Halk Yürüyüşü (8km.) bu yıl da Altunizade Köprüsü’nden başlayacak ve köprü geçildikten sonra, İnönü’de son bulacak. Geçtiğimiz yıllardan akıllarda kalan bazı görüntüler: Keyfine düşkün katılımcıların, kalabalığın etkisiyle sallanan köprünün üzerinde piknik yapmaları, engelli yurttaşlar, öğrenciler, termik santral karşıtlarının taleplerini dile getirmeleri, Çorumlu işadamlarının davul-zurna eşliğinde yürümeleri (sonuncusu için ekşisözlük’ten afrozist’e teşekkürler). Katılımcı sayısı bu yıl 80 bin ile sınırlanan yürüyüş, İstanbul’un kayda değer sosyal etkinliklerinden birisi olarak ilgi görmeyi hak ediyor.
Sinan Odabaşı.

27 Ekim 2012 Cumartesi

Kayseri'de bir Yugo Efsanesi



*Bu yazı, 26.10.2012 tarihli Sol Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Kayseri’de Bir Yugo Efsanesi
Kayserispor kimi sezonlarda aldığı parlak sonuçlarla ve zirve yarışını zorlamasıyla, kimi zaman da, yöneticilerinin Bosman Kuralının varlığından habersizlermişcesine yürüttüğü transfer süreçleriyle anılan bir takım. 2012 sonbaharında ise Erciyes’in sarı-kırmızılıları, yeni teknik direktörleriyle dikkat çekiyor; modern futbolun son top cambazlarından, bir yugoslav-hırvat efsanesi: Robert Prosinecki.
Yugoslavya’nın, birçok genç yıldızını turnuvaya göndermemesine rağmen kazandığı 1987 Dünya Gençler Şampiyonası’nda yıldızı parladı. Kızıl Yıldız’ın 1991 yılındaki Şampiyon Kulüpler Şampiyonluğu macerasında, özellikle yarı final eşleşmesinde Reuter’li, Laudrup’lu, Effenberg’li, Aughenthaler’li Bayern Münih’i canından bezdiren performansıyla da hafızalara kazındı. Yugoslavya’nın dağılma sürecine girmesinden sonra da Hırvatistan formasıyla 1998 Dünya Kupası’nda üçüncülük madalyası alırken ilginç bir ünvana sahip oldu: Dünya kupası finallerinde iki farklı milli takımla birden gol atan tek oyuncu.
Gheorghe Hagi ile birlikte, hem Barcelona hem de Real Madrid forması giyen ender yabancı oyunculardan olan Prosinecki, tıpkı Hagi gibi parlak oyunculuk kariyerini teknik direktörlüğe henüz yansıtamamış bir isim. Kulübedeki ilk deneyimini, Bilic’in yardımcısı olarak Hırvatistan Milli Takımında yaşadıktan sonra, iki yıl boyunca, geçtiğimiz ağustos ayının sonuna kadar Kızıl Yıldız’ın hocalığını yaptı. Eski ihitişamlı günlerinden uzak, maddi sorunlarla boğuşan Crvena Zvezda ile zaman zaman başarılı sonuçlar alsa da, ezeli rakipleri ve hemşehrileri Partizan’ın, Sırbistan Süper Ligi’ndeki hegemonyasını kıramadı. Takımından ayrılırken, “Burası her zaman benim kulübüm olacak, Balkanların en büyük takımı, taraftarların desteğine de çok teşekkür ediyorum, ancak çeşitli kanallardan üzerimde kurulan baskıya daha fazla dayanamayacağım” diyordu Hırvat Hoca. Sanılabileceğinin aksine, her ne kadar Sırp bir annenin çocuğu olsa da, Hırvatistan milli takımının önemli bir oyuncusu oluşu, taraftarların gözündeki değerini azaltmamıştı. Bu noktada, kulübün parlak yıllarında kilit bir oyuncu olmasının da payı var; Militan taraftar grubu Delije de konuya “makul” bir yaklaşım göstermişti: “milliyeti yok, bir Hırvat değil, Sarıkafa bu kulübün çocuğu”.  
Prosinecki, Kayserispor’a imza atarken, “Kazanmak isteyen ve hücum futbolu oynayan bir takım kimliğine bürünmeliyiz, hem oyunculuğumda, hem de teknik adamlığımda bu düşünceyi benimsedim” dedi. Gerçekten, benzer açıklamaları Kızıl Yıldız’a başlarken de yapmıştı. Ancak, ilk sınavına, geçtiğimiz Pazartesi akşamı, Kadir Has Stadı’nın son moda, rengarenk koltuklarında oturan sabırsız seyircisi önünde çıkan “Robby”nin işi pek de kolay olmayacak. Forvet hattındaki Bobo’nun etkisizliği, ince bilekli Cleyton’un ikili mücadelelerde zayıf kalması ve genel olarak takımın belirgin bir pas ve hücum organizasyonu olmamasından kaynaklanan kısırlığını, Mouche’nin ve diğer birkaç oyuncunun kişisel gayretleri üretkenliğe çeviremedi. Savunmadan topla çıkarken yapılan kayıplar da, büyük ölçüde bu düzensizliğin bir ürünü. Elbette, bu sezon 3. deplasman galibiyetini alan, orta sahayı daraltmakta ve sınırlı hücum silahlarından azami düzeyde verim almakta oldukça mahir olan İBB’ye karşı oynadıklarını da unutmamak lazım. Prosinecki ve takımı, Carlos’un ekibinin kendilerine yaptığını, bu cumartesi akşamı Şampiyonlar Ligi yorgunu Galatasaray’a karşı tekrarlayabilirse, ilk mağlubiyetlerini telafi edebilecek bir sonuçla İstanbul’dan ayrılabilir. 

15 Haziran 2012 Cuma

Sevgili Boksörün Ardından



*Muhammed Ali'ye benzemiyor mu birazcık? Özellikle Fidel'in de olduğu fotoğrafta:)
            Sevgili Boksörün Ardından

Boksun, yakından takip ettiğim bir spor dalı olduğunu söyleyemem. Bu durumun istisnası, dört yılda bir düzenlenen Olimpiyat Oyunlarındaki karşılaşmalar. Konuya vakıf olmayanlar için belirtmek gerekebilir; Olimpiyat Oyunları, her ne kadar günümüzde bu özelliğinden oldukça uzaklaşmış olsa da, geleneksel olarak Amatör spor branşları ve bu branşların sporcularının katılımı üzerine inşa edilen bir organizasyondur. Belli branşlarda, bu amatör nitelik günümüzde de sürdürülmektedir ve bu branşlardan birisi de Bokstur.
Stevenson’un yarıştığı ve hepsinde ağır siklette altın madalya aldığı 1972 Münih, 1976 Montreal ve 1980 Moskova Olimpiyat Oyunlarını zamanında izlemiş olmak için tevellütüm uygun değil. İlk defa babamdan duyduğumu anımsıyorum, “Oğlum bir Teofilo Stevenson vardı, Olimpiyat Şampiyonu olunca ‘Bu madalyayı halkıma ve Fidel’e armağan ediyorum’ demişti”, diye anlatırdı.
Benim çocukluğumda bilinçli bir şekilde izlediğim ilk Kübalı boksör Felix Savon’du. Yurttaşı ve arkadaşı Teofilo’nun başarısını bir sonraki onyılda tekrarlayarak, ’92, ’96 ve 2000 Yaz Oyunlarında ağır siklet altın madalyasına ulaşıyordu. Bir karşılaşmaya çıkarken, ringin kenarındaki 3 sıra dizilmiş iplerin üstünden atladığını hatırlıyorum (en üstteki ipin yüksekliği ortalama bir erkek boyu kadar olup, çoğu boksör bunların arasından geçer) ; babam efsaneyi anımsamaktan kendini alamamıştı: “Stevenson da böyle atlardı”.
Stevenson da halefi Savon gibi, ağır siklet boksörlerde pek görülmeyen ince ve uzun bir fiziğe sahipti. Bir ağır siklet eldivenin sert yumruklarına ve bir hafif sikletin hareketliliğine sahip olduğu, onu tanımalamak için en sık kullanılan cümlelerdi.
1976 Olimpiyat Şampiyonluğu’nun ardından, ABD’de profesyonel boksa başlaması için yapılan teklifler arttı, kimisine göre 1, kimisine göre 5 milyon dolara varan sözleşmeler imzalatmak istiyordu profesyonel boks organizatörleri. Hatta kabul etseydi, ilk karşılaşmalarından birisi Muhammed Ali’ye karşı olacaktı. Ancak Stevenson amatörlüğü ve ülkesini terk etmek istemedi, “8 milyon Kübalı’nın sevgisinin yanında birkaç milyon doların lafı mı olur?” diyerek. ESPN tarafından hazırlanan bir programda, profesyonel boksu insani bulmadığını, profesyonel boksu parasal kaygıların şekillendirdiğini söylemişti[1].
Stevenson, diğer başarılarının yanı sıra 3 olimpiyat altını, 3 Dünya Şampiyonluğu ile aktif sporculuk yaşamını muazzam biçimde noktaladıktan sonra, Küba Parlamentosu’nda milletvekilliği yaptı ve ülkenin Spor Yönetiminde sorumluluklar üstlendi. Bu dönemlerinde kendisiyle yapılan bir röportajı izlediğimi anımsıyorum. Her ne kadar amatör alanda karşılaşmalar 3 rauntla sınırlandırılsa ve hakemler oyuncuların sağlığı için sık sık müdahale etse de, Boks gibi sert bir sporu yapan bir insanın, nasıl olup da bu kadar güler yüzlü ve sıcakkanlı olabildiğine şaşırmıştım (Bir an için durup, rakiplerinin kulaklarını koparan, dövüşler öncesi birbirlerine sataşan profesyonel boksun “büyük” yıldızlarını düşünüp aradaki farkı sorgulamak gerekiyor). Stevenson ile birkaç kez karşılaşan ve galip gelen ender boksörlerden Sovyet Igor Vysotsky, 2006 yılında yapılan bir röportajda, kendisine Teofilo ile arkadaşlıkları sorulduğunda, “Bizimkisi arkadaşlık bile değil, o benim kardeşim gibi, kocaman bir yüreği var ve yaşamın ona sunduklarına çocuksu bir memnuniyetle yaklaşıyor” yanıtını verip, düşüncelerimi doğrulamış[2].
Geçmiş zaman kullanılan bu yazı, büyük atletin 11 Haziran Günü bir kalp krizi sonucu yaşamını yitirmesi üzerine yazılmıştır.
Nazım Sinan Odabaşı.   


[1] ESPN “Teofilo Stevenson”, http://www.youtube.com/watch?v=sOB7_BFqUeU
[2] Soviet Legends: “Igor Vysotsky - The man who had Teofilo Stevenson’s number!” ESB Exclusive Interview!, http://www.eastsideboxing.com/news.php?p=9323&more=1.

11 Haziran 2012 Pazartesi

Avrupa Uluslar Kupası-1960: Yıldızın Parladığı An


1960-Yıldızın Parladığı An:
Futbolda bir Avrupa Şampiyonası düzenlenmesi düşüncesinin fikir babasının, Dünya Kupası organizasyonunun mimarı olarak kabul edilen Fransız futbol adamı Jules Rimet’in meslektaşı ve vatandaşı, aynı zamanda da bir çalışma arkadaşı olan Henri Delaunay olduğu kabul edilir. UEFA’nın ilk Genel Sekreteri ünvanını da taşıyan Delaunay, bu düşüncesini 1920’li yıllarda öne sürse de, ilk şampiyona ölümününden 3 yıl sonra 1960’da, Avrupa Uluslar Kupası ismi altında düzenlenecekti.
Dünya tarihinde 1960 yılı, Avrupa’dan çok güneydeki eski kıta Afrika’nın yılı olarak anılır. Yalnızca bu yıl içerisinde Mali, Nijerya, Moritanya, Madagaskar, Fildişi Sahilleri, Kongo, Kamerun gibi birçok Afrika ülkesi, Fransa ve İngiltere gibi sömürgeci devletlerden bağımsızlığını kazanıyordu. Bu sırada Yaşlı Kıtanın eski sömürgeci güçlerinin de aralarında bulunduğu ülkelerin milli takımları, Fransa’daki ilk şampiyonaya hazırlanıyordu.
Avrupa Uluslar Kupası 1980’li yıllara kadar, iki ayaklı eleme maçları ve son dörde kalan takımların katıldığı bir final turnuvası olarak düzenlendi. Bu ilk şampiyona da, Federal Almanya, İngiltere ve İtalya’nın katılmadığı ve İspanya’nın diskalifiye edildiği eleme aşamasından sonra, Fransa, SSCB, Yugoslavya ve Çekoslovakya’nın katılmaya hak kazandığı ve Fransa’da gerçekleştirilen final turnuvasıyla son buldu. Yukarıda belirtilen dört önemli futbol ülkesinin eksikliğinin, 1960 yılındaki bu ilk organizasyonun önemini azaltmasa da, tadında bir burukluk yarattığını söylemek mümkündür[1]. İspanya’nın diskalifiye edilmesinin nedeninin de, bitmek bilmeyen Franco iktidarının, milli takımı SSCB’de oynanacak çeyrek final karşılaşmasına göndermemesi olduğunu ve bu durumun tarihe, Soğuk Savaş döneminin politik atmosferinin, uluslararası spor karşılaşmalarına yansımasına[2] bir örnek olarak geçtiğini belirtelim.
            Türkiye, bu ilk şampiyonanın birinci eleme turunda, milli takımlar tarihinde en çok karşılaştığı ekiplerden Romanya ile eşleşmiş, 2 Kasım 1958 Günü Bükreş’te oynanan ilk ayakta aldığı 3-0’lık mağlubiyeti, 1959’un 26 Nisanında İstanbul’daki maçta çevirmeye çalışmışsa da, “Ordinaryus”un iki golü ile gelen galibiyet yeterli olmamıştı[3].
            Yarı Finaller:
            6 Temmuz 1960 Günü Marsilya’daki maç, Sovyetler Birliği ile Çekoslovakya’yı karşı karşıya getiriyordu. Bu karşılaşmadaki üstün oyununu 3-0’lık bir galibiyet ile taçlandıran Sovyet ekibinin 2 golü, geçtiğimiz yıl yaşamını yitiren ve ülkesinin efsane futbolcularından olan Valentin Ivanov[4]’dan gelirken, perdeyi Viktor Ponodelnik kapatıyordu. Çekoslovaklar ise, bir penaltı atışından yararlanamadıkları bu maçın sonunda final umutlarını, bir sonraki büyük şampiyona olan 1962 (Şili) Dünya Kupasına bırakıyordu.
            Diğer Yarı Final eşleşmesi için aynı gün Paris’te karşı karşıya gelen Fransa ve Yugoslavya randevusu ise, karşılıklı bir gol sağanağı altında geçiyordu. 1958 Dünya Kupası’nın 13 gollü kralı Just Fontaine ve Fransa Milli Takımında adı onunla birlikte anılan Raymond Kopa’dan yoksun Fransa, maçın başlarında geri düşmesine karşın çabuk toparlanarak ikinci yarının ilk on dakikasında 3-1’i yakalıyor, ancak bu andan itibaren atağa kalkan Yugo’lar, golcüleri Jerkovic’in bir dakikada bulduğu 2 golün de yardımıyla bu zorlu geri dönüşü tamamlıyordu: 5-4[5].
            1984 yılına kadar Avrupa Şampiyonalarında Üçüncülük Maçına da yer verildiği ve ilk üçüncülük maçını, Çekoslavakya’nın kazandığını da geçerken belirtelim.
Final:
10 Temmuz Gecesi, ünlü Parc des Princes stadyumunda ilk Avrupa Şampiyonu olmak için karşı karşıya gelen iki takımdan Yugoslavya, yağışın kayganlaştırdığı zeminde oynanan maça iyi başlıyordu. Kanat oyuncusu Milan Galic, takımın golcüsü Jerkovic ile rolleri değiştirerek, bu arkadaşının sağ kanattan ani gelişen atakta yaptığı ortaya, kaptan Igor Netto’nun takibine rağmen ön direkte kafasını uzatıp, takımını öne geçiriyordu. Yarı Final’de Fransa’ya da, serbest vuruştan harika bir gol atan Galic, ülkesinin kahramanı olmaya adaydı. İlk yarının son dakikalarında gelen bu golden sonra ise, “kara örümcek” lakaplı efsane eldiven Lev Yaşin sahneye çıkıyor, yaptığı  kurtarışlarla takımına moral kazandırıyor ve Sovyet ekibi, 49. dakikada Yugoslav kaleci Vidinic’in göğsünden sektirdiği topu iyi takip eden Metreveli’nin dokunuşuyla bir de gol bularak, beraberliği sağlıyor ve maçı uzatmaya taşıyordu. 113. dakikada, ülkesinde bir ikinci lig takımında oynayan Ponodelnik, penaltı noktası civarında yaptığı kafa vuruşuyla ilk kupanın Moskova’ya doğru yola çıkacağının haberini verirken, bitime birkaç dakika kala Jerkovic, altı pastan topu kaleye yuvarlayamayarak, bu yolculuğu durdurma şansını kaçırıyordu[6].
Yazıyı sonlandırmadan önce bir not aktarmak isterim. UEFA Avrupa Şampiyonalarının ilk organizasyonları üzerine bir ya da birkaç yazı yazmayı düşündüğümde, kaynak olarak ulusal basınımızın arşivlerine güvenmiştim. Ancak Organizasyon tarihinin ilk finalinin, Türkiye yazılı basınının ilgisine mazhar olduğu söylenemez. Milliyet, Hürriyet ve Akşam Gazetelerinin arşivlerini taradıktan sonra, 1960 yazında Can Bartu’nun transfer görüşmeleri, Ordu Kupası müsabakaları ve Türkiye Kupası finali ile ilgili haberlerin, spor servisleri tarafından büyük bir ilgiyle takip edildiğini gördüm. Avrupa Uluslar Kupası Finalleri ise, 12 Temmuz 1960 günü basılan Milliyet Gazetesi’nde, “Rusya”nın Avrupa Şampiyonu olduğuna ilişkin birkaç satırlık bir habere sıkışmıştı. Ancak dönemin gazetecilerinin de haklarını teslim edelim; yine Milliyet Gazetesi’nde, Kahraman Bapçum ve Halit Kıvanç gibi isimlerin de arasında bulunduğu ekibin, yukarıda kısaca bahsedilen Türkiye-Romanya maçını aktarmalarını okurken, kendimi 1959 yılının bir bahar günü, İnönü Stadı’nın tribünlerinde hissettiğimi söyleyebilirim.
Nazım Sinan Odabaşı.





[1] Hatırlatmak gerekir ki, 1930 yılında Uruguay’da düzenlenen ilk Dünya Kupası’na da yalnız 4 Avrupa ülkesi katılmış, bu ülkeler de as oyuncularının önemli bir kısmını göndermemiştir. Burada 1929 ekonomik buhranının etkisi olduğu kadar, bu organizasyonun başarılı olmasından duyulan kuşkuların da etkisi olduğu söylenebilir.
[2] Hemen akla gelen diğer iki örnek, ABD’nin başını çektiği ve Sovyetler Birliği’nin Afganistan’daki askeri operasyonlarını gerekçe gösteren 1980 Moskova Yaz Olimpiyatları boykotu ile, Sovyetler Birliği’nin öncülük ettiği ve “ABD hükümetinin Olimpiyat ruhuna aykırı tutumu” gerekçe gösterilerek gerçekleştirilen 1984 Los Angeles Yaz Olimpiyatları boykotudur.
[3] 27.04.1959 Tarihli Milliyet Gazetesi.
[4] Tanınmış Rus Hakem Valentin Ivanov’la isim benzerliği değil, baba-oğul ilişkileri olduğunu Wikipedia’dan öğreniyoruz. http://en.wikipedia.org/wiki/Valentin_Kozmich_Ivanov#Death
[6] Final karşılaşmasının tamamını, internetteki video paylaşım sitelerinde gerçekleştirilen sabırlı bir aramanın sonucunda izlemek mümkün. UEFA sitesindeki maç raporu için: http://www.uefa.com/uefaeuro/season=1960/matches/round=164/match=4025/postmatch/report/index.html