*Bu Yazı, 07.12.2012 tarihli soL Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
Yine, Yeniden Socrates
Socrates’in ölümünün üzerinden
bir yıl geçti ve bu süre içerisinde çok sayıda yazı okuma şansı bulduk; hemen
her Brezilyalı futbolcu gibi bir lakabı olan ve, birçok başka niteliğiyle
birlikte, lakabıyla müsemma oluşuyla da diğerlerinden ayrılan O Doutor hakkında.
Birçok soL okuru sporseverin de
okuduğu düşünülebilecek bu yazılarda verilen bilgileri tekrarlamak lüzumsuz
olacaktır. Ancak Socrates’in portresi bir çok boyutuyla, futbolun dönüşümü
üzerine yeniden düşünmek ve konuşmak adına bolca veri sunuyor. Onun öyküsü,
yalnızca bugünden bakıldığında değil, kendi dönemi içerisinde de sıradışı.
Kariyerlerinin sonuna kadar futboldan başka bir işle ilgilenmesi neredeyse
imkansız olan ve eğitimleri nadiren üniversite seviyesine ulaşan profesyoneller
arasında bir tıp doktoru. Entellektüel olmanın hoş karşılanmadığı, aktivizmin
ise bir günah addedildiği futbol dünyasında, özgün sözlerini ve yaratıcı
eylemlerini sakınmadan ortaya koyan bir devrimci. Bir başka deyişle, ülkemizde
bir dönemin kötü şöhretli “Ne sağcıyız ne solcu, futbolcuyuz futbolcu”
klişesinin anti-tezi. Üstüne üstlük, işçilerinin yeşilaycı, bionik atletler
olmasının beklendiği günümüz endüstrisinin, elinde birası ve sigarasıyla bir
anti-kahramanı.
Doktorluğu, futbolu bırakmasından
sonra memleketinde bir spor rahatsızlıkları kliniği açacak kadar sahici.
Entellektüelliğini, geçtiğimiz haftalarda da bu köşede andığımız Bellos’un
kitabında yer alan söyleşisinden anlayabiliyoruz. Kulüpleşmenin plaj futboluna
kadar uzanmasıyla birlikte, çocukların eskisi kadar özgürce oynayamamasını ve
futbolun her seviyede standartlaşmasını, Brezilya’nın kentleşme sürecine ustaca
bağlıyor. Devrimciliği, kahramanlarının Fidel, Che, John Lennon ya da başkaları
olmasıyla sınırlı değil. Benzer tarihsel figürleri konuşmalarında bolca anan
başka futbolcuların yapamadığını, Vladimir(isme dikkat!) ve Walter Casagrande
gibi takım arkadaşlarıyla beraber oluşturduğu Corinthians Demokrasisi hareketi
ile başardı. En ünlü eylemlerini hatırlamadan olmaz: 18 yıllık diktatörlüğün
son demlerinde, Corinthians forması üzerinden Brezilyalıları oy kullanmaya
çağırmaları.
Sahanın içine bakıldığındaysa,
Socrates’in kaptanlığını yaptığı 1982 Dünya Kupası’ndaki milli takımın
macerasının, oyunun teknik ve taktik anlamındaki dönüşümünde bir milat olarak
kabul edildiğini görebiliriz. Teknik direktör Tele Santana, 1978’deki
başarısızlığı, oyuncuların yeteneklerini kısıtlayan bir anlayışa bağlamış ve
isimlerini sayarken dahi insanı heyecanlandıran Zico, Socrates, Eder, Falcao
gibi hücum virtüözlerini serbest bırakmayı tercih etmişti. Sonraları, Socrates
de , “modern toplumda status quo
karşısında kendi düşüncelerini üretecek ve bunu yaşama geçirecek insanlara
ihtiyaç var” diyerek anlatıyordu ’82 Brezilya kadrosunun yaklaşımını. Sonuçta
Brezilya, finale çıkmak için, o zamana kadar organize bir savunma takımı
görüntüsü veren İtalya karşısında yalnızca bir beraberliğe ihtiyaç duymasına ve
bu skoru 2 defa yakalamasına rağmen, biraz da kazanma tutkusunun verdiği
sarhoşlukla, Rossi’nin üçlemesine engel olamamıştı. Bu maçtan sonra, savunmayı
hücum kadar önemsemeyen geleneğin son temsilcisi Brezilya milli takımı da,
Avrupalılaşma sürecine girecekti.
Brezilya’nın Metin Kurt’u, ne
kadar anılsa azdır.
*Az ama öz gol yiyen Dassayev'in yediği o "öz" gollerden biri.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder