27 Eylül 2013 Cuma

Paidar Demir ve Bir Çocukluk Anısı

Paidar Demir ve Bir Çocukluk Anısı

Cuma günleri yazmak avantajlı ya da dezavantajlı olabiliyor. Haftasonları maçlar ve turnuvalarla hareketlenen gündemin ürettiği tartışmalar, takip eden birkaç gün içerisinde tüketiliyor ve cuma gününe gelindiğinde yeni konular konuşulmaya başlanıyor. Bu durumda cuma günü, bir önceki haftasonunun gelişmeleri üzerine kalem oynatmak isteyen yazar, bir yandan konuların belli bir olgunluğa erişmesinden ve verilerin birikmesinden yararlanma avantajını yakalarken, öte yandan benzer görüşlerin tekrar edileceği bir yazıyı yazmanın riskiyle karşılaşabiliyor. Kuşkusuz Türkiye’de hangi tartışmanın istenilen olgunluğa erişebildiği ya da hangi konunun yeterince tüketilerek sıradaki gündem maddesine gönül rahatlığıyla geçilebildiği sorgulanmaya açıktır. Yine de Beşiktaş-Galatasaray derbisinde yaşananlar ya da Fatih Terim’in sözleşmesinin tek taraflı olarak feshedilmesi konularını pas geçmek hakkımı kullanıyor ve Burhan Felek Spor Salonu’nda bugün başlayacak olan Paidar Demir Erkekler Voleybol Turnuvası’ndan, daha doğrusu turnuvaya adını veren büyük sporcudan bahsetmek istiyorum.
Türkiye'de kurumlar ellerindeki arşiv görüntülerini insanların rahatça erişebileceği bir biçimde kullanıma açmayı pek sevmediklerinden, yakın zamana kadar oynamış Paidar'a ait bir maç kaydına internette rastlayamıyoruz. 

İlki geçtiğimiz yıl düzenlenen ve yeni sezona hazırlık amacını taşıyan turnuvaya, Galatasaray’ın evsahipliğinde, İstanbul BŞB, Olympiacos ve Tomis Costanta takımları katılacak. 2006 yılında geçirdiği bir trafik kazasında yaşamını yitiren Paidar Demir’in, kulüp tarihinin en önemli voleybolcularından birisi olduğunu söylemeye gerek yok. Adı, kendisi gibi bir Galatasaray efsanesi olan meslektaşı ve babası Ayhan Demir’in, bir uçak kazasında yaşamını yitiren yine GS’li arkadaşı Paidar Dobra’dan geliyor. Bir sporcunun kulübüyle özdeşleşmesinin, onun kaderi olmasına hangi sıklıkla rastlanır ki?

Sarı kırmızılıların 1980’li yıllardaki 3 yıl üst üste şampiyon kadrosunun vazgeçilmez isimlerinden. Basketbol ve futbolda olduğu gibi yabancı oyuncu sayısının az olduğu - ki bu dönemin GS Erkek Voleybolundan şu an ismini anımsayamadığım bir Yugoslav oyuncudan başkası hatırıma gelmiyor - ve yerli oyuncuların takımlarının önemli parçaları olduğu bu yıllarda 8 numaralı “Pako”nun, uzun sayılamayacak boyuna rağmen yaptığı smaçlar ve hemen her maçta gösterdiği adanmışlıktı onu vazgeçilmez kılan. Bu şampiyonluklardan birkaç sezon sonrası, Ankara Selim Sırrı Tarcan Spor Salonu’nun tenha tribünlerinde Galatasaray, muhtemelen Halk Bankasıyla oynuyor. Ellerimde, o yıllarda 19 Mayıs Stadyumu’nda da popüler bir atıştırmalık olan peynirli pide ve vişne suyu ve yanımda babamla, oradayız. Tenha tribünlerin aslında insanı oyunun içine çeken bir yönü de vardır; oyuncular arasındaki diyalogları, molalarda koçun verdiği talimatları duyabilirsiniz. Bu maçta da, kaptan Paidar’ın o gün pek de iyi oynamayan takım arkadaşlarını motive etmek için söylediği “bon servis!” ya da “bas bloğu” nidalarını sıklıkla işitiyoruz. Takım ilk iki seti kaybettikten sonra, kaptanın üstün gayretiyle maçı çeviriyor ve 3-2 kazanıyor. Karşı tribünde, babamın söylediğine göre banka personelinden oluşan ev sahibi taraftarlar sessizliğe bürünürken biz galibiyeti kutluyoruz. Bu sırada, salon tenha olmasa da işitilecek bir haykırış yanı başımdan geliyor: “Aslanım Paidar!”. Sahada arkadaşlarıyla mütevazı bir kutlama yapmakta olan kaptan, şaşkınlıkla başını kaldırıp babama el salladığında bu coşkulu tezahüratın kaynağını da öğrenmiş oluyorum.
Maçtan sonra salondan ayrılırken, takımın okul servislerini andıran bir minibüs içinde geç kalanları beklemekte olduğunu görüyoruz. Kaptan, servisin en fiyakalı yeri olarak düşünülen arka dörtlünün cam kenarında oturuyor. Takımın ertesi gün bir maçı daha var; bu yıllarda zaten Ankara ve İstanbul takımlarından müteşekkil voleybol liginde, takımlar bir haftasonunda iki deplasmanı aradan çıkarıyorlar. Babam, Paidar’a gidip ertesi gün oynanacak maçın saatini sormamı söylüyor. Bir süre çekingen davrandıktan sonra, tam cesaretimi toplayıp yanına vardığımda aracın motoru çalışıyor ve kaptan beni görmeyerek camını kapatıyor.


Kaptanın ömrü, 42 yaşına kadar aktif olarak sürdürdüğü sporculuk kariyeri kadar uzun olmadı ne yazık ki.

16 Eylül 2013 Pazartesi

Katar 2022 Tartışmaları Devam Ediyor

13.09.2013 tarihli sol'da yayınlanmıştır.

Katar 2022 Tartışmaları Devam Ediyor

Bu satırlarda evsahipliği Katar’a verilen 2022 Dünya Kupası etrafındaki tartışmalara daha önce değinmiştim. Tekrara düşmemeye çalışarak, sporseverlerin bazen gözlerinde çok büyüttüğü uluslararası spor kuruluşlarının halini de gözler önüne seren, bu konudaki gelişmeleri aktarmak istiyorum. FIFA Başkanı Sepp Blatter, organizasyonun çöl ikliminin geçerli olduğu ülkede yaz aylarında oynanmasının doğru olmayacağı savını ileri sürmüş, “3 yıl önce bu kararı verirken aklınız neredeydi” sorularıyla karşılaşmış, yanıt olarak İsrail, Ürdün ve Filistin ziyaretlerinden sonra bölgenin ne kadar sıcak olduğunu yeni fark ettiğini söyleyince de, haliyle alay konusu olmuştu. Blatter, artık bu kupanın kış aylarında yapılması için elinden geleni yapacağını da eklemişti.

NY Times yazarı Rob Hughes’a ve başkalarına göre, Katar seçiminin arkasındaki isimlerden birisi, aynı zamanda UEFA başkanı olan Michel Platini. Adaylık sürecinde ABD’nin teklifini desteklediği söylenen Blatter’in başlattığı takvim değişikliği tartışmasının önündeki en büyük handikap, haziran-temmuz ayları dışındaki hemen her seçeneğin başta Avrupalı devlerin futbol sezonuyla çakışması. Faal sporculuk döneminde, oynamak için neden İngiltere yerine İtalya’yı tercih ettiği sorusunu, “Çünkü Noel zamanı futbol oynamak istemiyorum” diye yanıtlayarak İngiltere liglerinin yoğun takvimini doğru bulmayan Platini, bugün de, bütün dünyanın 150 yıldır İngilizlerin takvimine uyduğunu, bir seferliğine de İngiltere’nin uyum sağlaması gerektiğini savunuyor. Ne var ki, turnuvanın mevsiminin değiştirilmesinin önündeki tek engel, küresel futbol sezonunun sekteye uğraması değil. Tarih değişikliğine karar verilmesi halinde, bazı uzmanlar, adaylık sürecinin yeniden başlaması gerekeceği yorumunda bulunuyorlar. Blatter’in bu kaotik durumdan çıkmak üzere 3 Ekimde toplanacak olan icra komitesine bir öneride bulunması bekleniyor.
Video, Katar ve Dubai (BAE)deki göçmen işçilerin çalışma ve yaşama koşulları hakkında. "Kafala" sistemi de anlatılıyor.

Kupanın körfez ülkesinde düzenlenecek olması, iklim-mevsim başlığı kadar popüler olmasa da daha önemli tartışmaları beraberinde getirdi. France Football’un ödüllü yazarı Philippe Auclair’in makalesinde yer verdiği üzere, geçtiğimiz nisan ayında küresel sendikal konfederasyon olarak nitelendirilebilecek olan ITUC, Katar’ın çalışan nüfusunun %90’ından fazlasını oluşturan göçmen işçilerin koşullarını ”modern zamanlarda kölelik” olarak nitenlendirerek, gerekli reformları gerçekleştirmemeleri halinde organizasyonun bu ülkeden geri alınmasını FIFA’dan talep etti. Mutlak monarşiyle yönetilen ve petrol zengini olan ülkede, diğer körfez ülkelerinde de uygulanan bir kefalet sistemi bulunuyor. Buna göre, Hindistan, Nepal, Filipinler gibi Asya ülkelerinden gelen göçmen işçilerin vize ve yasal statülerinde, işverenleri sorumlu tutuluyor. Pratikte çoğu zaman işçilerin pasaportlarına el konulması anlamına gelen bu sistem ve Katar’daki çıkış vizesi prosedürünün, işçinin ülke dışına çıkışını işverenin onayına tabi tutması, insan hakları sözleşmelerinin birçok maddesinin ihlali anlamına geliyor. Bu işçilerin çoğunun haftanın 6 günü, 10 saatlik mesailerle, ücretli yıllık izin gibi haklardan yoksun olarak çalıştırıldığını ve çöl sıcağında klimasız ortamlarda yaşamak durumunda kaldıklarından, uyku esnasında can kayıplarının da yaşandığını belirtelim. Yine Auclair’in aktarımıyla, Katar’ın evsahipliğine hak kazanmasından sonra, işçi haklarını geliştirecek bir yasa tasarısı üzerinde çalıştığını ve bunu FIFA ve uluslararası insan hakları örgütlerine sunduğunu öğreniyoruz. Ancak ITUC’un konuyu kısa bir süre önce gündeme getirmesi, bu konuda iyileşme olmadığını gösteriyor.

Daha da az tartışılan bir konu da, her kültürden, etnik kimlik ve inançtan insanın akın edeceği ve eğlenmek isteyeceği turnuvada, islami kurallara dayanan hukuk sisteminin ne kadar esneyebileceği. Biraz daha açmak gerekirse, Katar’da yabancılara içki satışı, çoğunlukla pahalı restoranlarda yapılıyor; ancak, örnek olsun, binlerce ingiliz taraftarın bira içmek için kendilerini bu restoranlarla sınırlamayacağını öngörmek zor değil. Katarlılar bu meseleyi halletmek adına, İstanbul’daki UEFA final maçı organizasyonlarından aşina olduğumuz, fanzone’larda içkiye izin verebileceklerini söylüyorlar. Yine de yeterli olacağını söylemek güç.

Aslında 2010 yılında, 2018’in Rusya’ya ve 2022’nin Katar’a verildiği oylamadan itibaren ele almak lazım meseleyi; önümüzdeki haftalara kalsın. 

5 Eylül 2013 Perşembe

İki Savaş Arası Dönemde İşçi Olimpiyatları

30.08.2013 tarihli sol'da yayınlanmıştır.

İki Savaş Arası Dönemde İşçi Olimpiyatları
-Bu yazıya ilham kaynağı olan Metin Kurt’a saygıyla-

Baron Pierre de Coubertin öncülüğünde yaygınlaşan modern olimpik hareketin modernitenin ya da bir başka deyişle kapitalistleşme ve ulus devletlerin kuruluş süreçlerinin bir çocuğu olduğu açıktır. Fransız spor adamı, spor karşılaşmalarının ulusların karşı karşıya geleceği yarışmalara dönüşmesinin savunucusuydu. Hatta, madalya kazanan sporcuların bayraklarının törenler sırasında dalgalandırılması da kendi önerisiydi. Bu arada “Olimpiyatların babası” olarak tanımlanan Coubertin’in bir Nazi hayranı olduğunu, IOC başkanlığındaki halefi ABD’li zengin Avery Brundage’ın, beyaz ırkın üstünlüğüne inanan ve Nazi hayranlığına, Franco hayranlığını da ekleyen bir faşist olduğunu ve nihayet, Brundage’ın yerini alan Juan Antonio Samaranch’ın da bir falanjist olarak ölümüne kadar Franco’ya sadık kaldığını ekleyelim. Olimpik hareketin yöneticilerinin bu kadar güçlü bir ulusal- hatta faşizan- söylemle ve sınıf mücadelelerinin hararetli olduğu bir dönemde ortaya çıkması, antitezini de yarattı. 
Bu fotoğraf, Manchester'daki bir müzenin arşivinden alınmış, tam tarihini ve detaylarını kestiremiyorum ancak muhtemelen 1930'lardaki İşçi Oyunlarından birisinin açılış töreninde çekilmiş.

1920 yılında Almanya’da kurulan Sosyalist İşçiler Spor Enternasyonali (SASI), Alman sendikal hareketine dayanan, sosyal demokrat olarak tanımlanabilecek bir oluşumdu ve işçilerin siyasi mücadelesiyle ilgilenmiyordu. Avrupa’da sosyal demokrat ve komünist partiler ve hareketlerin ayrışmasına tanıklık edilen bu dönemde, sporda da benzer bir ayrışma yaşanıyor, her ne kadar Sovyetlerin etkisi altındaki Komintern yönetiminin başlangıçta pek ilgisini çekmese de, Nikolay Podvoisky isimli bir Kızıl Ordu subayının insiyatifiyle bir de Kızıl Spor Enternasyonali (RSI) kuruluyordu. İki savaş arası dönemde, Avrupa’daki hemen tüm ülkelerden yüzbinlerce üyesi olan bu iki kurumun, SASI’nin düzenlediği İşçi Olimpiyatları ve RSI’nin düzenlediği Spartakiad oyunları, olimpiyat oyunlarına rakip olacak kadar ilgi çekiyordu. Hatta SASI hareketinin merkezlerinden kabul edilebilecek olan Viyana’daki 1931 Yaz İşçi Olimpiyatları, 100,000 civarında katılımcı ve 250,000 civarında izleyiciyle, 1932 Los Angeles Olimpiyatlarını geride bırakıyordu. 1937 yılındaysa RSI, dönemin Kominterninin faşizme karşı birleşik cephe düsturunu benimsemesi ve komünist partilerin sosyal demokrat partilerle ittifaklara yönelmesi kararıyla paralellik gösterir biçimde, Antwerp’te SASI ile birlikte İşçi Olimpiyatlarını düzenliyordu.
Kısacası iki savaş arası dönem, kapitalist-burjuva, sosyal demokrat ve komünist olmak üzere 3 farklı olimpik hareketin rekabetiyle geçiyordu. 2. Dünya Savaşı sonrasında ise, Sovyetler Birliği’nin, kapitalist ülkelerle barış içerisinde bir arada yaşama politikasını izlemeye başlamasının da bir tezahürü olarak, SSCB olimpik harekete dahil oluyor ve iki dünya sistemi arasındaki rekabet, doğrudan spor karşılaşmalarına yansımaya başlıyordu. SASI ise, yine 2. Savaşı izleyen yıllarda, biraz daha ehlileşerek ve etkisini yitirerek, Uluslararası İşçiler ve Amatörler Spor Konfederasyonuna (CSIT) dönüştü ve günümüzde de varlığını sürdürüyor.
2. Dünya Savaşından sonra Spartakiad'lar, Sovyetler Birliği'nde tüm cumhuriyetleri kapsayan halk yarışmaları olarak sürdü. Bunlara üst düzey sporcular da katılıyordu, 1975 yılına ait videoda olimpiyat şampiyonu Olga Korbut görülüyor.

Peki işçi sporu hareketi nasıl bir alternatif sunuyordu? Her şeyden önce, spor faaliyetlerine katılımın ayrıcalıklı kesimlerle sınırlanmaması, işçilerin de bu boş ve hoş zaman aktivitelerine katılmalarını hedefliyordu. Ayrıca, burjuva kültürüne karşı bir işçi sınıfı kültürünün oluşturulması açısından da önemseniyordu spor. Bu yaklaşımın bir görünümü, işçi olimpiyatlarındaki yüksek katılımı sağlayan ve IOC uygulamasının aksine, oyunlara katılım konusunda sporcuların başarılarını ölçen derece barajları, eleme yarışları gibi engeller çıkartılmamasıdır. Sovyetlerdeki kızıl spor hareketi de, yukarıda anılan farklılıkları taşımakla birlikte, benzer ilkelere yaslanıyordu.
Günümüzde sporcular ve antrenörleri yalnızca başarıya odaklayan sistem, artan doping kullanımının başlıca nedeni. Öte yandan, doping skandallarına her gün bir yenisinin eklenmesi de, izleyicilerin dürüst yarışmaya olan güvenini zedeliyor. İşler o raddeye geldi ki, yaz oyunlarının sembol branşı 100 metre yarışlarının tartışmasız lideri Jamaika’nın, birçok sporcusunda dopinge rastlanması nedeniyle Rio 2016’dan çıkarılması gündemde. İnsanlık spordaki metalaşmayı sorgulamaya ve alternatifler aramaya başladığında, bu deneyimlerin sunduğu önemli dersleri almaya da açık hale gelecektir.