27 Temmuz 2013 Cumartesi

Blatter’i Bu Güzel Havalar Mahvetti.

26.07.2013 tarihli soL'da yayınlanmıştır.

Blatter’i Bu Güzel Havalar Mahvetti.

Sepp Blatter, geçtiğimiz günlerde yaptığı bir açıklamayla, 2022 yılında Katar’ın evsahipliğine verilen Dünya Kupası’nın kış aylarında düzenlenmesi için mücadele edeceğini söyledi. Yaz aylarının çok sıcak geçtiği bu ülkede, sporcuların en iyi performanslarını ancak kış mevsiminde gösterebileceklerini de sözlerine ekledi.
Bu cümleleri sarf eden bir spor yazarı ya da sade bir  dünya yurttaşı değil, kendisi FIFA Başkanı. Bir başka deyişle, dört yılda bir kendi adını taşıyan kupayı, Kuzey Yarımküre’nin yaz mevsiminde düzenleyecek olan evsahibi ülkeyi belirleyen kurumun başkanı. Haliyle röportajı yapan muhabir, peki sayın başkan, 2010 yılında bu organizasyonu Katar’a verirken bu durumun farkında değil miydiniz, diye soruyor. Yanıt mantık sınırlarını zorluyor: “Öncelikle bu tarihe daha çok var... Ben bu düşüncemi, Ürdün, Filistin ve İsrail ziyaretlerim sonrasında dile getiriyorum. Bu ülkelerde havanın ne kadar sıcak olduğunu gördüm, kaldı ki Katar, bu ülkelerden daha da sıcak oluyor yazın... Stadyumları soğutabilirsiniz ancak bütün bir ülkeyi soğutamazsınız...” Şarlatanlık derecesinde saçma bir yanıt da olsa, dikkate alıp yanıta yanıt vermeye çalışalım. Diyelim ki Blatter, bazı ülkelerin başbakanları gibi kitap ya da gazete okumayı sevmeyen, genel kültürden pek nasibini almamış birisi olsun; Katar’ın adaylık başvurusunun değerlendirildiği ve kendi çalışanları tarafında yazılan raporu da mı okumamış? Internetten kolayca edinilebilecek bu raporun 8. sayfasında, ülkenin çöl iklimine sahip olduğu, turnuva dönemi olan Haziran ayı boyunca akşam sıcaklıklarının dahi 31 santigrat derecenin altına düşmediği belirtiliyor.
Kafanız karışmasın, birkaç ay önce "kupa haziran-temmuz'da yapılmak zorunda" diyordu. 

FIFA İcra Komitesi üyelerinden Theo Zwanziger, organizasyonun Katar’a verilmesinin en başından beri hatalı bir karar olduğunu ve Blatter’in bu U dönüşünün arkasında, Komitenin çoğunluğunun, 2010 yılında işletilen adaylık sürecinin adil olmadığına inanmasının yattığını savunuyor. Katar, nüfusu 2 milyonun altında olan ve futbolla tek ilişkisi, geçkin şöhretlerin emeklilik ikramiyelerini şişirmelerini sağlayan yüksek ücretlerle transfer edilmesi olan bir ülke. Bu nitelikler de bir evsahibi ülkede arancak türden olmadığından, 3 yıl önce karar açıklandığında haklı şüpheler dile getirilmiş, sonrasında çeşitli rüşvet iddiaları ve bunlardan kaynaklanan soruşturmalarla bu şüpheler ayyuka çıkmıştı. Hatta işler, Katarlı İcra Komitesi Üyesi Muhammed Bin Hammam’a, rüşvet suçlamalarıyla FIFA tarafından ömür boyu men cezası verilmesine kadar varmıştı. Yazar James Dorsey, Katar’ın adaylık süreciyle Bin Hammam’ın bir ilgisi olmadığı konusunda ısrar ettiğini ve bunun FIFA nezdinde şimdilik kabul gördüğünü yazıyor. Dorsey ayrıca, Katar’ın adaylık sürecinde, İcra Komitesi üyelerinin ülkelerinde futbol tesislerine fon sağlamak ve hazırlık maçlarının masraflarını karşılamak gibi, yasal olan ancak meşruluğu hayli tartışmalı faaliyetler de yürütmüş bulunduğunu hatırlatıyor.
Blatter ya da başka yetkililer, henüz 2022 Kupasının evsahibinin değiştirilmesi sinyalini verecek ifadeler kullanmıyorlar. Ancak turnuvayı Kış aylarına almak önerisinin de, Katar turnuvasının akıbeti konusundaki soru işaretlerini tekrar ortaya çıkardığını söylemek gerek. Blatter, bir seneliğine takvimimizi değiştireceğiz dese de, bu o kadar kolay değil. Avrupa’nın büyük takımları zaten oyuncularının 1 ayı aşan bir süre boyunca takımdan uzaklaşmalarından ve sakatlanma risklerinin artmasından şikayetçiyken, kupanın tam da futbol sezonunun ortasındaki 3-4 haftalık boşluğa sıkıştırılmasına sessiz kalmayacaklardır. Bunun yanısıra, Okyanusya’dan Güney Amerika’ya kadar bütün konfederasyonların eleme takvimi de değişmek durumunda kalacak. Bu öneri şimdilik pek de ciddiye alınmışa benzemiyor; Guardian ve Foreign Policy gibi ağırbaşlı medya kuruluşları tarafından popüler dizi Game Of Thrones’la özdeşleşen “Winter is Coming” (Kış Geliyor) nidalarıyla karşılandı.

Şairin dediği gibi, Blatter’i bu güzel havalar mahvetti.

Başgan Obama’nın Beyaz Perdedeki Tezahürü

27.07.2013 tarihli soL'da yayınlanmıştır.

Başgan Obama’nın Beyaz Perdedeki Tezahürü

Neden bütün felaketler ABD’nin başına gelir? Depremler, kasırgalar, su baskınları, savaşlar, terörist saldırılar, seri cinayetler, kitle katliamları, çete savaşları... Bu anlamsız bir soru, hatta felaketlerin en büyüğü olan iç ya da dış savaşların, 20. yüzyıl boyunca uğramadığı yegane kıtanın Kuzey Amerika olduğu da ortadadır. Ancak hal böyleyken, diyelim ki 22. yüzyılda, tarih bilincinden şüphe duyulmayacak bir araştırmacı, son iki yüzyılı sinemanın, özellikle de Hollywood sinemasının sunduğu perspektiften değerlendirmeye kalkacak olursa, karşılaştığı manzaraya anlam vermekte zorlanacaktır.

Halen vizyonda olan bir film, White House Down (Beyaz Saray Düştü), pişmiş tavuğun başına gelmeyeni, bu güzelim ülkenin başına getiriyor yeniden. Yönetmen Roland Emmerich’in 2012 ve The Day After Tomorrow gibi önceki prodüksiyonlarını anımsatan, yüksek bütçeli, bol çatlamalı patlamalı felaket-aksiyon filmlerinin en yenilerinden. Yapım, Obama dönemi sineması olarak nitelendirilen yeni bir eğilimin bir parçası olarak da değerlendirilebilir. Obama sinemasıyla kast edilen, bir grup sinemacının bilinçli bir biçimde oluşturduğu bir akım değil. Yeni Film dergisinin 28. sayısında Özge Özdüzen’in konu üzerine yazdığı yazıdan anlaşıldığı üzere, Obama döneminde ABD’nin küresel imajının önceki Bush dönemine nazaran daha parlak olduğu inancı Hollywood tarafından benimsenmiş ve bundan ötürü, militarist-milliyetçi imgelerle bezeli propoganda filmleri yeniden revaçta olmuş.Gerçekten de, Zero Dark Thirty ve Argo gibi propoganda filmlerinin sayısı, soğuk savaş yıllarını anımsatacak seviyede artmış durumda.
Aslında lafı bu kadar dolandırmaya gerek yok, film doğrudan doğruya Obama’yı anlatıyor! Başkan Sawyer ( Jamie Foxx) canlandıran aktörden de anlaşılabileceği üzere Afro-Amerikan ve Obama gibi, sigarayı bırakmanın stresiyle nikotin sakızı çiğniyor, “Air Jordan” marka ayakkabı giyiyor ve Ortadoğu’ya barış getirmek üzere, bölgedeki ülkelerde bulunan bütün askerlerini geri çekeceğini açıklıyor (Bu kadar aleni göndermelere bir de kurtlar vadisinde rastlıyorduk). Ancak bu sonuncusunu gerçekleştirmesinin önünde bir engel var; kendi yönetim kadrosu içerisinde de nüfuz sahibi olan savunma sanayisi sektörü. Bu sektörün adamı, aynı zamanda başkanı korumakla görevli Gizli Servis’in başı Ajan Walker (James Woods), asker olan oğlunu başkan tarafından onaylanan gizli bir operasyon sonucunda yitirmiş; ancak baskını organize etme motivasyonu bu değil, başkanın Ortadoğu’daki “barışçıl” politikaları. Yine eski bir asker olan koruma polisi Cale (Channing Tatum), iletişim sorunları yaşadığı 11 yaşındaki kızının Sawyer-Obama hayranlığından esinlenerek, başkanı Beyaz Saray baskınında koruma görevini üstleniyor.
Filmdeki Obama savunusu mantık sınırlarını zorluyor. Öyle bir ABD başkanı portresi çizilmiş ki, hiçbir zaafı yok, sanki süper gücün lideri değil de – yatağının başucunda biyografisi de olan -  20. yüzyılın hemen her kesim tarafından saygı duyulan nadir figürlerinden Nelson Mandela. Çocuk ruhlu bir başkan. En sevdiği şey, konutuna dönerken helikopteriyle Washington D.C. semalarında alçak uçuş yapmak ve bu tutkusu de-facto koruması Cale’in kızı Emily (Joan Clarke) ile ortak. Başkan sürekli bir kaçış halinde, ulaşılamılıyor ve yaşanan her patlamayla hayatından endişe ediliyor. Bu yönetim boşluğu krizinin aşılması için, başkanlık önce başkan yardımcısına, ardından düzenlenen bir komplo sonucu “kötü adamlar”ın adamı Temsilciler Meclisi Başkanına geçiriliyor(speaker of the house). Bu sırada başkan gibi davranan 11 yaşındaki Emily, babasıyla katıldığı Beyaz Saray turunda Walker’ın adamlarının eline düşmeden önce çektiği görüntüleri internete yüklüyor ve kriz boyunca soğukkanlılığını koruyor. Nihayet, eline sancağı kaptığı gibi Beyaz Saray’ın bahçesine fırlayarak, baskını hava bombardımanı (!) yoluyla bertaraf etme emrini alan uçaklara, buna gerek kalmadığını gösteriyor. Böylece, faiz değil ancak silah lobisinin ve Bush yönetiminin yere düşürdüğü bu sancak, Obama hayranı bir çocuk tarafından yerden kaldırılmış olunuyor ve bir başka Hollywood filmi daha, ekranda dalgalanan ABD bayrağıyla kapanıyor.

Hikayeyi benzerlerinden, örnek vermek gerekirse “24” dizisinden ayıran en dikkat çekici yan, kötü adamların, eski parıltılı günlerini arayan Ruslar, intikam amacı güden Sırplar ya da Araplar değil, bizatihi Kuzey Amerikalılar olmaları. Aslında filmin iyi bir çelişki yakaladığı söylenebilir; günün birinde bir başkan, sistemde ciddi bir yarılma anlamına gelebilecek bir doktrinle ortaya çıkarsa, ülkedeki iktidar odaklarının bu duruma tepkisi ne olur? Ancak filmin amacı, bu soruya yanıt aramak değil de, mevcut iktidar odağına ve emperyalizmin güncel politik açılımlarına övgü düzmek olduğu için, soru güme gitmiş oluyor.

12 Temmuz 2013 Cuma

Yaz Mevsimi: Sportif Çoğulculuk

Yaz Mevsimi: Sportif Çoğulculuk
Sonu tek rakamla biten yılların yaz ayları sporseverler için nadas dönemi sayılabilir mi? Bu yıllarda en popüler 2 organizasyon olan Yaz Olimpiyatları ve FIFA Dünya Kupası düzenlenmiyor; buna karşın Wimbledon, Fransa Bisiklet Turu gibi her yaz serinletici işlevi gören etkinliklerin yanısıra, Dünya Atletizm Şampiyonası, kadınlar ve erkeklerde Basketbol ve Voleybol Şampiyonaları gibi tek yılları şenlendiren turnuvalar var. Önerilerimizi sıralayalım.
Müthiş manzaralar, son ana kadar çekişmeli bir sprint etabı, cool!

İlk olarak, cumartesi günü İstanbul’da Fransa tarihinde ilk kez U20 Kupasını kazanmak için Uruguay’la karşılaşacak. Juventus’ta ilk 11’e kadar yükselmeyi ve Fransa’nın A takımına da çağrılarak, şimdiden futbolseverlerin, iki yönlü oyunu ve güçlü fiziğiyle tanıdığı Paul Pogba kaptanlığındaki Fransa’nın bir adım önde olduğunu söyleyebiliriz. Yarı finalde Irak’a elenmekten son anlarda, ancak soğukkanlı biçimde hazırlanmış bir hücum organizasyonuyla kurtulan Uruguay’ın da, uzun bir aradan sonraki ilk finali.
Kadınlar futbolunda Avrupa Şampiyonası da çarşamba günü, biraz sıkıcı geçen İtalya-Finlandiya ve oldukça heyecanlı geçen İsveç-Danimarka karşılaşmalarıyla başladı. Danimarka kalecisi Petersen’in ikinci yarıda iki penaltı birden kurtarmasından daha iyi bir üvertür olabilir mi? Kadınlar futbolunun popüler olduğu ülkelerden İsveç’te düzenlenen turnuva hakkındaki gelişmeleri takip etmek için bir alternatif, twitter’da açılmış bulunan @euro2013tr hesabı.  İsveç televizyonunun kameralarından birisini maçların her anında, Zlatan İbrahimoviç’e benzetilen yıldızı Lotta Schelin’i takip etmekle görevlendirdiğini bu hesap sayesinde öğrenmiş bulunuyorum. Şu ana kadar Messi için dahi böyle bir uygulama duymadığımı da belirteyim. Turnuvanın favorisi, kadın futbolunun Avrupa’daki lokomotifi Almanya, ev sahibi İsveç de plase.
Münhasıran televizyondan takip edilen yaz turnuvaları, yıllardır tutkuyla izlenenler bir yana, yeni dallara merak salmanın da en önemli vesileleri olurlar. Bu tanışmaları, bilgileri izleyiciyi boğmadan aktarıp, onda merak uyanırarak kolaylaştıracak olanlar spikerlerdir. Böyle olunca, birbirinden farklı dallardaki yarışma ya da karşılaşmaları izlerken, bunları aktaranların konularına hakimiyetleri ve seyirciyle iletişim kurma becerileri önem kazanıyor. Bu konuda, yaklaşık 10 yıldır Türkçe de yayın yapmakta olan Eurosport’un spikerlerinin titizliğinin üzerinde durmak gerekir. Örneğin, Caner Eler’in Fransa Bisiklet Turu anlatımlarının, birçok insana bu sporu sevdirdiğine tanıklık ediyorum. Ayrıca, Dağhan Irak’ın kadınlar futbolunu, en az erkekler futbolu kadar yakından takip ederek izleyicilere sevdirmeye çalışmasının, kadın futboluna katılımcı sayısını arttıracağını söylemek belki fazla iddialı olacaktır; ancak Gezi’den sonra her şey mümkün!
Bir de, yazarının da yukarıda andığım spiker olmasından kaynaklanabilecek olan şike söylentilerini doğurmak pahasına, bir kitap önerisinde bulunmak isterim. “Hükmen Yenik”, Irak’ın yüksek lisans tezinin, güncel gelişmeleri de kapsayacak bir biçimde gözden geçirilmiş hali. Kitapta, Türkiye futbol rejiminin, ısrarlı bir biçimde İngiltere sistemine yaklaştırılmaya çalışıldığı tespitinden hareketle, bu iki ülkenin tarih içerisinde geçirdiği süreç ele alınıyor. Özellikle günümüzde sıkça tartışılan futbol-iktidar ilişkileri konusunda tarihsel arkaplanı hatırlatması önemli. Kanımca kitabın bir talihsizliği, farklı takımların taraftar gruplarının Haziran 2013 dayanışmasını görmeden önce baskıya girmiş olması. Belki de bu nedenle bu konuda biraz karamsar; ancak ileri sürdüğü, Türkiye’deki futbol kulüplerinin mikro milliyetçilikler alanları oluşturduğu savını da yabana atmak güç.

İyi seyirler ve iyi okumalar.  

6 Temmuz 2013 Cumartesi

Mısır ve Ultras Hareketi

05.07.2013 tarihli sol gazetesinde yayınlanmıştır.

Mısır ve Ultras Hareketi
Mısır’da, belki de dünya tarihinin en kalabalık protesto gösterilerinin sonucunda Mursi iktidardan düşerken, yine dünyanın en politize taraftar gruplarından bahsetmek gerekiyor.
Kahire’nin, birbirlerinin en büyük rakipleri olan iki popüler takımı, El Ahli ve Zamalek’in taraftar grupları, Mübarek’in devrilmesiyle sonuçlanan süreçte, Tahrir Meydanı’nda bir araya geldiler. Bu ana kadar, toplumsal hareketlerin ve siyasi oluşumların baskı altında tutulduğu ülkede, tribünler insanların kendilerini daha rahat ifade edebildikleri mekanların başında geliyordu. Ancak, bu takımların Ultras geleneğini örnek alan başlıca taraftar grupları arasında bir yakınlaşmadan söz etmek pek mümkün değildi.

Yukarıdaki kısa belgesel, Londra merkezli bağımsız belgesel portalı Journeyman tarafından dolaşıma sokulmuş.

2011 yılında, Mübarek karşıtı gösterilerin arifesinde, Ultras Ahlawy grubu, “gösterilere grup olarak katılmayacaklarını” ancak üyelerinin katılmakta özgür olduklarını belirten bir açıklama yayınlamıştı. Bu, ultras modelinin, futbolun dışındaki tartışma alanlarına örgütlü olarak katılmama ilkesine uygun bir yaklaşımdı. Ne var ki, muhtemelen bu açıklamayı kaleme alanlar da dahil olmak üzere, hem Ahlawy hem Ultras White Knights (Zamalek) gruplarının 2,5 yılı geride bırakan süreçte halk hareketinin en dinamik unsurları arasında yer aldıklarını görüyoruz. Gerek ordunun yönetiminde geçen ilk yılda, gerek Mursi’nin başkanlığında geçen ikinci yılda, taraftarların isyan ettikleri konuların başında, polis ve zaman zaman da asker tarafından kendilerine yöneltilen şiddet geliyor. 2012 Şubatında Port Said’de, çoğunluğu El Ahli taraftarı olan 74 kişinin öldürülmesi, ülke tarihinin en büyük futbol felaketi olarak kayıtlara geçti. Bu katliamı protesto etmek amacıyla düzenlenen eylemlerin bir kısmı da, polis müdahalesi ve tutuklamalarla sonuçlandı.
Taraftarların devlet tarafından maruz bırakıldıkları kötü muamelelere karşı geliştirdikleri tepkiyi, ürettikleri şarkılardan rahatlıkla anlayabiliyoruz. Ahlawy grubunun Port Said katliamı ardından yazdıkları öfkeli ve coşkulu marştan birkaç dize: “Port Said’de ölenler, ihaneti gördüler... Port Said’de köpeklerini, askerin de yardımıyla, halkın üzerine saldılar... Sana bir daha ne güvenirim, ne de beni kontrol etmene izin veririm...”. White Knights üyeleri de, polise, uzun yıllardır karşılaşmadıkları direnci nasıl gösterdiklerini hatırlatan “Tahrir’i unutmadık” adlı şarkılarını dillerinden düşürmüyorlar. (İlk şarkıya youtube üzerinden, ikincisine akademik bir makaleden ulaştığım notunu düşüyorum)
*Bizim "sık bakalım"dan daha sağlam bir şarkı. youtube'da taraftarların söylediği versiyonu daha da etkileyici.

Bu arada Müslüman Kardeşlerin, başta bu 2 kulüp olmak üzere, ülke futbolunda siyasi atmosferin de büyük pay sahibi olduğu ekonomik sorunları fırsat bilerek, kulüplerin yönetimlerine girme yönündeki hamlelerine tanık olundu. Ortadoğu’yu futbol penceresinden izleyen James Dorsey’in blogundan aktarırsak, 30 Haziran’dan kısa bir süre önce, Müslüman Kardeşler, yaklaşan Zamalek yönetim kurulu seçimleri için aday göstermeyi düşündüklerini ve diğer kulüpler için de benzer girişimlerde bulunabileceklerini ifade ediyordu.

Bu grupların nasıl olup da bu kadar önemli toplumsal aktörler haline geldikleri üzerinde düşünülmesi gereken bir soru. Bazı yazarlar, bu 2 ultras grubunu, ülkede Müslüman Kardeşlerden sonra en önemli toplumsal oluşum olarak nitelendiriyorlar.  Bu kadar iddialı bir yorum yapılabilir mi, bilemiyorum. Ancak, Mısır’da tribünlerin uzun yıllardır, hem islamcı örgütlenmelerden, hem de devlet baskısından uzakta, katılıma açık kamusal mekanlar oldukları üzerinde bir fikir birliği olduğu söylenebilir. Bu durumun da, taraftar gruplarının genişlemesinde, özgüvenlerinin artmasında ve nihayet, sahanın dışına çıkarak toplumsal süreçlerde rol almaya başlamalarında bir payı olduğunu söylemek mümkün görünüyor.