Artık Bir Manifestomuz Var
Spor basınının
eski ve yeni kuşak temsilcilerinin bir araya gelerek hazırladığı “Biz
Kazanacağız” başlıklı metini okumuşsunuzdur. Öncelikle belirtmek gerekir ki,
kendi imzalarıyla gazetelerinde bu manifestoya yer veren yazarlar geniş
kesimleri temsil edebilecek potansiyeli taşıyorlar.
Biraz da manifestonun
içeriğine bakalım. Kazanacak olan özne, “utanma duygusunun, medeniyetin, vicdanın
ve adaletin tarafında olanlar”. Getirilen eleştirilerin, hedef aldığı kişi ve
kurumların isimlerine yer verilmese de - malum Türkiye’de bir futbol kulübü
yöneticisini eleştirecekseniz, tarafsızlığınızı kanıtlamak için cümle
içerisinde diğer kulüplerin yöneticilerinin benzer demeç ya da vukuatlarını da
anmanız gerekiyor - sözünü sakınmayan bir üslupla kaleme alındığını teslim
etmek gerekiyor. Gözleri kör eden rekabet ortamında, renk körlüğünü tavsiye
ediyor. Irkçılığı ve ayrımcılığı karşısına alıyor, lafını masa başında maç
bağlayandan da, maç sırasında kural değiştirenden de esirgemiyor. Bu girişimi
etkisizleştirmek için ileri sürülebilecek “hepimiz aynı gemideyiz”, “futbol
ailesi” ve benzeri klişelere karşı önlemini alıyor. Kanımca bu çıkışı şu ana
kadar tanık olduğumuz benzerlerinden ayrı kılan birkaç önemli noktadan birisi
de burada yatıyor. Tekrar olacak, isim zikredilmiyor ancak futbol elitleriyle
araya belirgin bir mesafe konuyor.
Genellikle bu
kadar övgüyü, biraz yergi, hiç değilse eksik kalan noktalara dikkat çekmek,
takip eder. Bunu yapmak niyetinde değilim, her şeyden önce Bağış Erten’in dediği
gibi bu bir başlangıç vuruşu. Futbolun tatile girdiği günlere geldik, Erkek
Basketbol Play-Off’larını da başta Galatasaray-Karşıyaka eşleşmesi olmak üzere
kazasız belasız atlatırsak, bu başlangıç vuruşunu, yaratıcı taktik
varyasyonlarla geliştirmek için zamanımız olacak.
Yaratıcı
olmak önemli, çünkü padişah özentisi son fermanında stadyumların polise emanet
edilmesinden bahsetti. Polisin iktidar tarafından nasıl kullanıldığı artık
yalnız biz solcuların, öğrencilerin, işten çıkarılan işçilerin ya da derelerine
ve topraklarına sahip çıkan yurttaşların değil, bütün kamuoyunun malumu. 1
Mayıs’tan bu yana hünkarlarından aldıkları emirlerle hemen her gün İstanbul’u
gaza boğan bir yapıyla karşı karşıyayız.
Çarşamba gecesi oynanan kupa finalinde de, Trabzonspor taraftarlarının, o
herkesin bildiği konfeti atma ve belki bir iki tane meşale yakma dakikası
geldiğinde, her maç tekrarlanan sıradan bir tribün şovunu dahi biber gazıyla
bastırmaya çalıştılar. Şiddet uygulamak için bahaneye dahi ihtiyaç duymuyorlar.
İşte bu şiddeti tribünlerin dışında tutmak için, tribünlerin sakinlerinin
insiyatif almaları gerekiyor. Kimi takımların taraftarları arasında kan
davasına dönüşen gerginliklerden en azından bir tanesini sonlandırmak iyi bir
başlangıç olmaz mı?
Metini kaleme
alan yazarların önemli bir sorumluluk yüklendiğini düşünüyorum. Hayal görmeye
gerek yok, Türkiye’de devletin adalet ve güvenlik hizmetlerine olan güven
sıfırlanmış durumda. 2007-2011 yılları arasındaki tutuklama dalgaları, gizli
tanıklar, düzmece deliller ve deli saçması iddianamelerle devam eden ve kürt
hareketinden ulusalcılara kadar, akp-cemaat koalisyonu dışında kalan herkesi
etkileyen yargılamalar yüzünden, büyük fırtınalar kopartılarak başlatılan şike
soruşturması, aslında ölü doğmuş bir girişimdi. Mesele, ülke futbolunda maç
sonuçlarının manipüle edilip edilmemesi değildi, çürümüş bir adalet sisteminin
adalet dağıtamayacak, vereceği kararlara kimseyi inandıramayacak oluşuydu. Bu
manifestoya verilen olumsuz tepkilerin bir çoğunun temelinde, bu sürecin
yarattığı güvensizliğin olduğunu görüyorum. Başlama vuruşunun arkasını
getirebilmek için, bu güvensizliği aşmak için sabırla çaba göstermek gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder