5 Nisan 2013 Cuma

Oyun oynayan çocuklar


Oyun oynayan çocuklar
Costa Gavras’ın İstanbul Film Festivali’nde gösterilen yeni filmi “Le Capital”, 2007 yılında ABD’de mortgage krizi olarak başlayan ve hızlıca dünya çapında bir bunalıma dönüşen sürecin ardından izlediğimiz, küresel kapitalizm eleştirilerinin taze örneklerinden birisi. Gavras, Cronenberg’in Cosmopolis’te bir limuzinin arka koltuğuna sıkıştırarak anlattığı global finans düzenbazlıklarını, muhtemelen çok daha fazla para harcayıp, setini 3 kıtaya taşımaktan çekinmeyerek ortaya koymuş. Her iki filmin, aynı başlığı taşıyan kitaplardan uyarlandığını da not düşelim.

Filmin baş karakteri, finans piyasalarının dünya sosyolojisine armağanı bir insan tipi olan, dudak uçuklatıcı paralar kazanan yeni yönetici sınıfın, ya da bir başka deyişle CEO’lar ve türevlerinin bir emsali. Sermaye sahipleri tarafından güvenilir addedilen bir teknokratın taşıması gereken her türlü özellik, iyi eğitim, düzenli bir aile yaşantısı, işkoliklikten muzdariplik, ne ararsanız var Marc Tourneuil (Gad Elmaleh)de. Hissedarlar tarafından kolay idare edilebileceği inancıyla bankanın Yönetim Kurulu Başkanlığı’na getirilmesinden sonra, kendi planını uygulamaya koyuyor.  İzleyici, bir noktada, sempatik eşinin üniversiteye dönmesi yolundaki telkinlerine uyacağını ve içinde ukde olan kitapları yazmaya başlayacağını düşünse de, Gavras bu yolu takip etmiyor. Tourneuil’in, bildiği sırları ifşa ederek vicdanını mı temizleyeceği, yoksa oyunu sürdürerek banka hesaplarını şişirmeye devam mı edeceği sorusu, film boyunca ortada duruyor. Filmde kullanılan tabirle söylersek, Robin Hood rolüne zenginlerin lehine mi, yoksulların lehine mi bürüneceğini kestiremiyorsunuz; ta ki son ana kadar. Bunu da filmin bir başarısı olarak kabul edebiliriz.
Kameranın, lüks tüketim malları, gökdelenler, saraylar ve saray yavrusu gayrimenkulleri ve buralarda arzı endam eden mutad zevatı göstermediği anlarda, film boyunca birkaç defa benzeri tekrarlanan bir sahneden söz edilebilir; ellerine geçen her dijital platformda durmaksızın oyun oynayan çocuklar. Film, çocukların tutkuyla bu oyunları oynamalarını olağan bir şey gibi yansıtırken, öte yandan kazık kadar olmuş birtakım adamların, hiçbir zeka parıltısı gerektirmeyen dümenleri çevirmekten aldıkları hazzın anlaşılmazlığını ortaya koyuyor.
Filmde izleyicide beklenti yaratan (en azından bende yarattı) ancak hiç ortalıkta gözükmeyense, %99’un varlığı. Her limuzinden inişte, her kȃşaneye girişte, köşebaşından yumurta fırlatacak birilerini bekliyor insan. Ancak o birileri hiç çıkmıyorlar, binlerce kişinin işten çıkarılması, Fransa gibi işçi sınıfı hareketi geleneği olan bir ülkede bile, “en fazla bir hafta sürer” rahatlığıyla karşılanan bir grevden başka bir sonuç doğurmuyor.
Eğer böyle belirli bir türden bahsedilecekse, politik sinemanın birkaç üstadından birisi olarak kabul edilen Gavras, Zizek’in tabiriyle “Kumarhane Kapitalizmi” balonunun, daha fazla şişemeyeceği bir mertebeye ulaşacağını ve kendi kendine patlayacağını söylüyor. Tarih ise bize, sömürü sistemlerinin kendiliğinden infilak etmeleri bir yana, düzene çomak sokan birileri olmadan en basit reformların bile gerçekleşmediğini anlatıyor. Birkaç gün önce izlediğim Ken Loach’un belgeseli ve yönetmenin naif olmakla eleştirilebilecek de olsa, yeni bir siyasi çıkış arayışına öncelik etmeye çalışmasınınsa, daha ilerletici olduğunu düşünüyorum. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder