Oyun oynayan çocuklar
Costa Gavras’ın İstanbul Film Festivali’nde gösterilen yeni
filmi “Le Capital”, 2007 yılında ABD’de mortgage krizi olarak başlayan ve
hızlıca dünya çapında bir bunalıma dönüşen sürecin ardından izlediğimiz,
küresel kapitalizm eleştirilerinin taze örneklerinden birisi. Gavras,
Cronenberg’in Cosmopolis’te bir
limuzinin arka koltuğuna sıkıştırarak anlattığı global finans
düzenbazlıklarını, muhtemelen çok daha fazla para harcayıp, setini 3 kıtaya
taşımaktan çekinmeyerek ortaya koymuş. Her iki filmin, aynı başlığı taşıyan
kitaplardan uyarlandığını da not düşelim.
Filmin baş karakteri, finans piyasalarının dünya
sosyolojisine armağanı bir insan tipi olan, dudak uçuklatıcı paralar kazanan
yeni yönetici sınıfın, ya da bir başka deyişle CEO’lar ve türevlerinin bir
emsali. Sermaye sahipleri tarafından güvenilir addedilen bir teknokratın taşıması
gereken her türlü özellik, iyi eğitim, düzenli bir aile yaşantısı,
işkoliklikten muzdariplik, ne ararsanız var Marc Tourneuil (Gad Elmaleh)de.
Hissedarlar tarafından kolay idare edilebileceği inancıyla bankanın Yönetim
Kurulu Başkanlığı’na getirilmesinden sonra, kendi planını uygulamaya
koyuyor. İzleyici, bir noktada, sempatik
eşinin üniversiteye dönmesi yolundaki telkinlerine uyacağını ve içinde ukde
olan kitapları yazmaya başlayacağını düşünse de, Gavras bu yolu takip etmiyor.
Tourneuil’in, bildiği sırları ifşa ederek vicdanını mı temizleyeceği, yoksa
oyunu sürdürerek banka hesaplarını şişirmeye devam mı edeceği sorusu, film
boyunca ortada duruyor. Filmde kullanılan tabirle söylersek, Robin Hood rolüne
zenginlerin lehine mi, yoksulların lehine mi bürüneceğini kestiremiyorsunuz; ta
ki son ana kadar. Bunu da filmin bir başarısı olarak kabul edebiliriz.
Kameranın, lüks tüketim malları, gökdelenler, saraylar ve
saray yavrusu gayrimenkulleri ve buralarda arzı endam eden mutad zevatı
göstermediği anlarda, film boyunca birkaç defa benzeri tekrarlanan bir sahneden
söz edilebilir; ellerine geçen her dijital platformda durmaksızın oyun oynayan
çocuklar. Film, çocukların tutkuyla bu oyunları oynamalarını olağan bir şey
gibi yansıtırken, öte yandan kazık kadar olmuş birtakım adamların, hiçbir zeka
parıltısı gerektirmeyen dümenleri çevirmekten aldıkları hazzın anlaşılmazlığını
ortaya koyuyor.
Filmde izleyicide beklenti yaratan (en azından bende
yarattı) ancak hiç ortalıkta gözükmeyense, %99’un varlığı. Her limuzinden
inişte, her kȃşaneye girişte, köşebaşından yumurta fırlatacak birilerini
bekliyor insan. Ancak o birileri hiç çıkmıyorlar, binlerce kişinin işten çıkarılması,
Fransa gibi işçi sınıfı hareketi geleneği olan bir ülkede bile, “en fazla bir
hafta sürer” rahatlığıyla karşılanan bir grevden başka bir sonuç doğurmuyor.
Eğer böyle belirli bir türden bahsedilecekse, politik
sinemanın birkaç üstadından birisi olarak kabul edilen Gavras, Zizek’in
tabiriyle “Kumarhane Kapitalizmi” balonunun, daha fazla şişemeyeceği bir
mertebeye ulaşacağını ve kendi kendine patlayacağını söylüyor. Tarih ise bize,
sömürü sistemlerinin kendiliğinden infilak etmeleri bir yana, düzene çomak
sokan birileri olmadan en basit reformların bile gerçekleşmediğini anlatıyor.
Birkaç gün önce izlediğim Ken Loach’un belgeseli ve yönetmenin naif olmakla
eleştirilebilecek de olsa, yeni bir siyasi çıkış arayışına öncelik etmeye
çalışmasınınsa, daha ilerletici olduğunu düşünüyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder