13.04.13 tarihli soL'da yayınlanmıştır.
“Diktatörlüğün
Gücü Gülümsemelerden Geçer”
Olimpo Garajı filmiyle
tanınan yönetmen Marco Bechis, Mussolini dönemini ele aldığı belgeseli “Liderin
Gülüşü”nü sunmak amacıyla İstanbul Film Festivali’ne katıldı. Yapım, faşist liderin
konuşmalarını ve haber filmlerini, yönetmenin babasının tanıklıklarıyla
harmanlayarak, İtalyan toplumunun Ulusal Faşist Parti iktidarı boyunca maruz
kaldığı propaganda faaliyetlerini anlatıyor. Bechis’le, bir bardak demleme
çayın 1,50 TL’ye içilebildiği son kalelerimizden birisi olan Beyoğlu
Sineması’nın fuayesinde buluştuk.
Filmde görüntüleri
izlerken, duyduğumuz tek yorumcu, kendi gençliğini anımsayan babanız. Babanız
konuşmadan önce görüntüleri izledi mi?
Hayır ama ben görüntüleri seçerken, onun anlattıklarından
yola çıktım.
Tarihsel bir süreci
ele aldığınız bir filme, kişisel bir pencereden yaklaştığınızı söyleyebilir
miyim?
Tarihsel olgular üzerine yorum yapan bir film yapmak
istemedim. Genelde bu arşiv görüntüleri bu şekilde kullanılırlar. Ben
izleyiciye, 20’ler, 30’lar ve 40’lardaki propaganda makinesini yeniden kurarak,
bu imaj bombardımanı deneyimini yaşattırmak istedim. Maalesef o dönemde
eleştirel bakamıyorlardı. İzleyicinin bu bombardıman karşısında çıplak
kalmasını istedim.
Ayrıca bu tip görüntülerle tarihi olgulara dayanan bir film
yapamazsınız çünkü bu görüntüler, gerçekliğin tahrif edilmiş halidir ve rejimin
düşüncelerini yansıtırlar. Döneme ait 8 milyon metrelik filmin bulunduğu Luce
Arşivi’nde, homoseksüellerin, fahişelerin, yoksulların, grevlerin ve işçi
hareketlerinin görüntülerini bulamadım.
Arşivin tamamını
izlemiş olamayacağınızı tahmin ediyorum, filmde kullanacağınız görüntüleri
belirlerken kriterleriniz nelerdi?
Eğer hepsini izlemeye kalksaydım, halen izlemeye devam
ediyor olurdum! Amprik bir sistem belirledim kendime, 6 aylık bir sürem vardı.
Böyle bir malzemenin karşısındayken bir rota belirlemeniz gerekir. Olgulardan
ziyade, bana bir şeyler çağrıştıran görüntüleri seçmeye başladım ve arşiv
çalışanlarıyla asistanımın da yardımıyla, bu çağrışımları yapan görüntüleri
bulmaya çalıştık.
Sanırım çocuklar ve
gençlerle ilgili görüntüler araştırma yaptığınız alanlardan bir tanesi. Faşist
rejimlerin gençlerin fiziksel eğitimine yoğunlaştığı bilinir ve bu görüntüler
filmde önemli bir yer tutuyor. Filmin başlığında da yer alan “Gülüş”ü, kaybolan
bir bebeğin bulunmasına önderlik eden küçük çocukta da görüyoruz.
Evet, bu filmin spotlarından birisi, “Küçük Liderin Gülüşü”.
Peki İtalyan halkını,
Mussolini’nin etkisi altında bırakan faktörlerden birisi bu gülümseme miydi?
Bana göre bir diktatörlüğün gücü, bu gülümsemelerden geçer.
Her şeyin otoriteye dayandığını düşünmüyorum. Hitler’in sistemi korkuya,
Mussolini’ninki bu gülümsemeye dayanıyordu, bir başka deyişle popülizme. Konuşmalarında,
tarihsel açıdan hiçbir anlamı olmayan ancak retoriği yansıtan bölümleri
kullandım. “Ben sizden birisiyim”, yani liderin dinleyicilerden birisi olması
durumu, her gün karşılaştığımız bir durum. Geçen sabah televizyonda,
başbakanınız Erdoğan’ın konuşmasını gördüm, tek bir kelime bile anlamadım ancak
hareketlerinden otoriter birisi olduğu izlenimine kapıldım.
Evet, zaten
Berlusconi ile de iyi arkadaşlar!
Evet, mesela jestlerle konuşuyordu, ülkede herkesin ona
bakmakta olduğunu anladım. Tabi bir diktatörlükle karşılaştıramayız, sonuçta
insanların oy verdiği birisi. Ancak iletişim araçlarıyla kurulan bu ilişki, bir
anda değişmiyor. Günümüzde istediğiniz bilgiye ulaşmanızı sağlayacak birçok
araç olmasına rağmen, kendi başlarına bu araçlar, İtalyan halkının 1920’ler ve
30’lar boyunca düştüğü tuzağa düşmesine engel olmuyorlar. Bence bu ilginç, niye
bu kadar araca sahip olmamıza rağmen, halen bu tuzağa düşüyoruz? O halde, yeni
araçların icadına ihtiyaç var.
Belki de bugünkü
problem, örneğin Türkiye’de yüzlerce gazete ve televizyon olmasına rağmen, bir
işçinin iş kazasında ölmesinden kimsenin bahsetmemesi.
Doğru, haberlerin hiyerarşisinde, gerçekten önemli olanlara
değer vermiyorlar. Burada da bir sistem var, rejimin (Mussolini) yaptığı
manipülasyonlara benziyor. Medyanın gücü, önemsiz olan şeyleri önemli gibi
empoze edebilmesinden ve kimsenin farkında olmadığı ancak çok önemli olan
haberleri gizleyebilmesinden geliyor. Ben bu tuzağa düşmemek için, gazete okuduğum zamanlarda en küçük yazılara kadar
okuyorum. Gerçek haberleri ancak böyle keşfedebiliyorum, genellikle bir köşeye
gizlenmiş oluyorlar. Yani bilgilenmek için çok çalışmanız lazım!
Luce arşivi
araştırmalara açık mı, rahatlıkla izin alabildiniz mi?
Öncelikle şunu söyleyeyim, bu proje bana arşiv tarafından
sipariş edildi. Bu görüntülerle istediğin gibi bir çalışma yapabilirsin
dediler. İnternet siteleri var ve kalitesi düşük olsa da, bu görüntüler mevcut.
Sonuç olarak, bir hazine var ama insanların bunlardan pek haberi yok.
Amerika’da bu tip görüntüler büyük müzelerde sergilenir, çünkü çok yeni bir
tarihleri var. İtalya’da İstanbul’da ya da Akdeniz ülkelerinde zaten kafanızı
çevirdiğiniz her tarafta Roma İmparatorluğu ve diğer uygarlıklara ait
kalıntıları görebilirsiniz. Ben bu arşiv görüntülerinin çok azının
gösterildiklerini, ancak çok önemli olduklarını düşünüyorum, bu yüzden bu filmi
yaptım.
Pazar günü yapılan
Emek Sineması yürüyüşüne siz de katıldınız, sürecin ayrıntılarını biliyor
musunuz?
Evet, üç sene kadar önce yine İstanbul Film Festivali’ne
katılmış, İnsan Hakları Yarışması’nda jüri üyeliği yapmıştım. Yönetmenin ismi
neydi, benimle birlikte jüride olan, Siri?
Sırrı Önder?
Evet o, beni Sinema’ya götürmüştü, 2010 yılı, yanılmıyorsam
protestonun başladığı dönem. Dolayısıyla konuyu biliyordum ve katılmak istedim.
Ancak polis insanları yıkamaya başlamadan 5 dakika kadar önce ayrıldım, işlerin
yolunda gitmeyeceğini fark etmiştim! Zaten
birkaç arkadaşla birlikte yürüyüşten 1 saat kadar önce sinemanın önüne
gitmiş ve ellerinde telsizleriyle dolaşan sivil polisleri görmüştüm. Tanıdığım
çok az insan vardı, ben de gözlem yapmaya çalıştım. İlk başta yürüyüşe katılanların
çok sessiz ve korku içinde olduklarını gördüm. Demokratik bir ülkede insanlar
polisten korkmamalılar, Taksim Meydanında polislerin “iyi” olduklarını anlatan
videolar gösteriliyordu.
Bu da festivalin bir
bakıma parçası oldu, her yıl polis haftasını kutluyorlar ve geçit töreni
düzenleyip, bütün trafiği kilitliyorlar.
Evet, İsviçreli bir yönetmen sinemadaki söyleşisine bu
nedenle katılamadığını anlatmıştı. Neyse endişeli olduğum konu - Arjantin’li
olduğum için ne söylediğimin farkındayım- polisten duyulan korku. Bu
anti-demokratik bir duygu ve eğer bunu sürdürüyorlarsa, yani polisin hırsızları
nasıl yakaladığını gösteren videolar üretiyorlar ve sonra insanlara korku saçıyorlarsa,
protesto yalnızca sinemanın geleceğine ilişkin olmamalı, aynı zamanda bu tavra
yöneltilmeli.
İstanbul’da yaşayan Bolivyalı
bir ünivesiteli öğrencisi bana, “ülkemde hükümet halktan korkar, sizde ise
durum tam tersi!” demişti.
Böyle mi söyledi gerçekten, doğru! Bu yüzden, yürüyüşün
benim tanık olduğum kısmında, insanların sessiz olduğundan bahsediyorum. Tabi
bağırmaları gerekiyor demiyorum, ancak televizyonda Erdoğan kendinden emin bir
biçimde yüksek sesle konuşurken, yürüyüşteki insanlar sessizlerdi ve başları
öndeydi. Buradaki risk, demokratik ama otoriter bir cumhuriyet haline
gelmek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder