27 Nisan 2013 Cumartesi

Sıçramayı Gerçekleştirmek

Bu yazı, 26.04.2013 tarihli soL'da yayınlanmıştır.
Sıçramayı Gerçekleştirmek

Gençlerbirliği son yıllarda diş geçiremediği, ancak bir dönem özellikle Ankara’da kaybetmediği Fenerbahçe’yi yenince, şampiyonluğun kaderi de büyük ölçüde belli oldu. Alkaralar’ı kimin şampiyon olacağı ilgilendirmiyor elbette, onlar haftalar sonra gelen bu galibiyetle, zor gözüken Avrupa Ligi hedefini yeniden hatırlamış oldular. Bu hafta ilk dört umudu mucizelere bağlı olan Trabzonspor karşısında bir galibiyet alabilirlerse, kalan maçlarını hepsi de üzerlerinde bulunan Kasımpaşa, Beşiktaş ve Bursaspor’a karşı  oynayacaklar ve kazandıkları her maç, bir sonrakini final maçına dönüştürecek. Gerçekleşirse, son yıllarda finiş düzlüğünde atılmış en müthiş deparı izlemiş oluruz.
9 dakikalık bir uefa sezonu özeti, tribünler ne kadar da doluymuş!

Bir meskun mahallin adını taşımayan yegane Türkiye Ligi kulübü, iki sezondur Fuat Ç. önderliğinde olumlu bir futbol oynamaya çalışıp, zaman zaman da dikkat çekici sonuçlar alabiliyor. UEFA Kupasında 4. tura yükseldikleri sezonu - ki o sezon kupayı alacak olan Valencia’yı uzatma dakikalarına kadar zorlamışlardı - takip eden yıllarda, yeni bir heyecan yaratamamışlardı. Peki Gençlerbirliği’nin bir basamak yukarıya çıkıp, her sezona belirli bir plan çerçevesinde, üzerine düşünülmüş hedeflere ulaşmak amacıyla başlaması ve bazı sezonlarda şampiyonluğa oynayacak bir takım haline gelmesi mümkün müdür?
Bahsettiğimiz takım, yaklaşık olarak 20 yıldır bir alt kümeye düşmeden ligde kalabilmiş, dört büyükler haricindeki iki takımdan birisi (diğeri de renkdaşları Gaziantep). Bu devamlılıkta, kulübün mali yapısını korumadaki özeni, birkaç başarısız sonucun ardından oyuncularına ve antrenörlerine sırtını dönmeyen taraftarlarının sakinliğinin payları var. Bu sükunetin, başkent temsilcilerinin diğer takımların taraftarlarıyla lüzumsuz gerilimlerin yaşanmamasında ve takımın, ülkenin genelinde belirli bir sempati toplamasında da rolü büyük. Ayrıca, kırmızı-siyahlılar en az birkaç sezon daha Süper Lig’deki tek Ankara temsilcisi olacaklar; bu da en azından seyirci sayılarını arttırabilir ve bunların bir kısmını taraftara dönüştürebilir.
Buraya kadar sıraladığım olgular, yukarıdaki soruya olumlu yanıt verilebileceğine dair bir umuda işaret ediyor. Ancak bunların önemli bir kısmı bir süredir zaten bilinen gerçekler (Tanıl Bora, yazılarını derlediği Karhanede Romantizm kitabında kısmen değinmişti). Bir sıçramanın gerçekleşmesi için, endüstriyel futbol dünyasında daha fazla maddi kaynak gerekiyor. Bir başkanlar diyarı olan ülkemizin kazığını en sağlam çakmış örneklerinden olan İlhan Cavcav, her ne kadar bankalar ve menajerler nezdinde itibarlı bir işadamı da olsa ve akılcı transfer politikası güttüğü her daim söylense de, yeterli olmuyor. Başka kent takımları için geçerli olabilecek, yörenin ileri gelenlerinin ellerini cebine atması ya da seçim yatırımı çerçevesinde gelişebilecek Belediye desteği gibi geleneksel yöntemler, Gençlerbirliği için geçerli değil. 19 Mayıs Stadyumu’nun Maraton tribünü sezonluk bilet fiyatının, 2012-13 için 150 TL olduğu düşünülürse, gişe gelirlerinin de kayda değer bir kalem oluşturmayacağı görülecektir. Belki de bu durum, daha sağlıklı bir kaynak üretme politikasının geliştirilmesini sağlayabilir. Kulübün üye sayısını arttırmayı hedefleyen bir kampanyayla, takımı uzaktan takip eden binlerce sempatizanı kazanmak bir başlangıç olabilir. Bu üyelerin belirli bir süreklilikte katkı yaptığı, bunun karşılığında kulübün sağladığı çeşitli sosyal ve kültürel olanaklardan yararlanabilecekleri bir planlamayı gerçekleştirmenin olanaklı olduğunu düşünüyorum. Bu da kolektif bir sermaye birikimi modelinin ilk adımını oluşturabilir.

19 Nisan 2013 Cuma

Kot pantolon ve Bergman'dan sonrası-Darezhan Omirbayev Röportajı


32. İstanbul Film Festivali Yarışma Bölümü’nde yer alan “Öğrenci”, Kazakistan yapımı bir “Suç ve Ceza” uyarlaması. Yönetmen-senarist Darezhan Omirbayev’in yarattığı modern Raskolnikov, kira parasını denkleştirmeye çalışan bir üniversite öğrencisi. Günlük yaşantısında tanık olduğu eşitsizlikler, maruz kaldığı haksızlıklar ve güçlü olanın ayakta kalacağını öğütleyen serbest piyasa propagandası, öğrenciyi, eski ceza kanunu tabiriyle “cürüme teşvik” ediyor.
Aynı zamanda bir öğretim görevlisi olan Omirbayev’le filminden ve sovyet sonrası Kazakistanından konuştuk*.

2010’lu yıllarda, yayınlanışından neredeyse 150 yıl sonra, neden “Suç ve Ceza”yı sinemaya uyarlama ihtiyacı hissettiniz?
Bunun biçime ve içeriğe ilişkin nedenlerini sayabilirim. Elbette çok önemli bir roman, Davut ve Golyat’ın hikayesi gibi, bir öğrenci bütün dünyaya karşı duruyor. Ayrıca ayrıntılı betimlemelerle bezeli bir kompozisyona sahip ve sinematografik olarak tanımlanabilecek bir roman; okurken sahneler canlanıyor gözünüzde. Örneğin, Raskolnikov’un paltosunun içine baltayı koymasını ve diğer bütün hazırlıklarını detaylı bir biçimde tasvir ediyor. İçeriğe ilişkin olarak şunları söyleyebilirim. Kapitalizm Kazakistan’a ikinci defa geliyor, büyük eşitsizlikler var. Eskiden halk bir bütündü, şu anda zenginler ve yoksullar olarak ayrılmış durumda ve gelir dağılımında büyük bir uçurum var. İsviçre’de en zengin kesim, en yoksul kesimin 3 katı kadar gelire sahip, çok zenginlerden yüksek vergiler alınıyor; neredeyse sosyalizm! Rusya’da yapılan bir araştırma - Kazakistan’da da durumun farklı olduğunu düşünmüyorum - bu farkın çok daha fazla olduğunu gösteriyor. Bugün Kazakistan’da 300 dolar da, 3 milyon dolar da kazansanız, %13 oranında vergi veriyorsunuz.
Sovyet döneminde insanlar bazı şeylere çok alışmışlardı, dolayısıyla bütün işletmelerin özelleştirileceğini ve insanların işsiz kalacaklarını öngöremediler. Perestroyka yıllarında insanlar, ekonominin yolunda gitmeye devam edeceğine ve buna ilaveten, özgürlüklerin artacağına inanıyorlardı. Örneğin benim Sovyetler Birliği döneminde  2 önemli sorunum vardı; kot pantolon almak ve Bergman filmlerini izlemek. Şimdi bolca kot pantolon alabiliyor ve Bergman filmlerini de  izleyebiliyoruz ancak ülkenin yaslanacağı bir temel, sağlam bir ekonomi vs. kalmamış durumda.
Filmde ders anlatan iki üniversite hocasından ilki, Kazakistan’da çok sayıda milyoner olmasını över ve öğrencilerin bundan ilham almasını öğütlerken, diğer hoca, sisteme geleneksel olarak tanımlanabilecek bir karşı çıkış öneriyor ve Asyalıların, kapitalizmin temeli olan protestan ahlakından farklı değer yargılarına sahip olduğunu savunuyor. Bugün Kazakistan’da bu iki yaklaşımın dışında, evrensel hale gelebilecek, eşitlikçi ve halkçı bir seçenekten söz etmek mümkün mü?
Henüz insanların tepkileri duygusal boyutta. Max Weber’e göre, kapitalizmin kaynağı protestanlıkta yatıyor. Bu sistemi protestan geleneğinden olmayan bir ülkeye getirdiğinizde büyük sorunlar ortaya çıkıyor. İnsanlar, kapitalizmin kendilerine uygun bir sistem olmadığını yeni yeni anlıyorlar. Örneğin Rusya’da farklı arayışlar başladı. Eskiden bütün ekonomi devletin elindeyken, günümüzde işletmelerin neredeyse tamamı özelleştirilmiş durumda. Şimdi Kazakistan’da bir siyasi parti, ekonomide kamulaştırmaların yapılması talebini savunuyor ve bunun için bir referandum istiyor.
Ülkemizde bilimsel çalışmalar ve üretim azalıyor. Kapitalizmin hali ortada, bu yüzden sosyalizmin geleceğinin olduğunu düşünüyorum.
Filmin fragmanı, youtube'da filmin tamamı bulunuyor, ingilizce altyazılı ve biraz düşük kalitede de olsa.

Kazakistan’daki film endüstrisinin durumuyla, Sovyetler Birliği zamanındaki durum arasında benzerlikler ve farklılıklar nelerdir?
Neyse ki devlet filmleri finanse etmeye devam ediyor. Bir yılda yaklaşık 10 film çekiliyor ve bunların 7 ya da 8’i devlet tarafından destekleniyor; bunun yanısıra özel yapımcılar da var. Sansür uygulaması yok. Tabi yılda 10 film çok az bir rakam, ayrıca insanlar da Kazak filmlerine ilgi göstermiyorlar ve Hollywood filmlerini izlemeyi tercih ediyorlar.
Festivale katılan “Kuleli Ev” filminin yönetmeni Eva Neymann, Ukrayna’da bu rakamın daha az olduğunu söyledi.
Evet, eski Sovyet cumhuriyetlerinin hemen hepsinde bu durum sözkonusu.
20 yıl önce de festivale gelmiştiniz, o dönemde Türkiye sineması bir krizin içindeydi ancak bu geçen sürede yeni yönetmenler yetişti ve önemli filmler çekildi. Bu filmler ve yönetmenleri takip ediyor musunuz? Örneğin, Zeki Demirkubuz’un Dostoyevski uyarlaması “Yeraltı” yı gördünüz mü?
Zeki Demirkubuz’u bilmiyorum. Ama 11’e 10 Kala (Pelin Esmer) çok beğendiğim bir filmdi ve jüri üyesi olarak katıldığım bir festivalde, filmin ödül alması için de epey uğraştım! Moskova Film Festivalinde’de Ana Dilim Nerede (Veli Kahraman) filmini çok beğenmiştim, ama ödül almasını sağlayamadım.
Tabi Nuri Bilge Ceylan’ın İklimler ve 3 Maymun’unu da gördüm. Bir de bunun dışında Kazak tv’lerinde gösterilen dizilerinizi biliyorum.
Filmle başladık, filmle bitirelim. Cinayet sahnesi ve şiddet içeren diğer sahnelerde, kamerayı başka bir yöne çeviriyor ve akan kanları, vurulan insanları göstermiyorsunuz. Bu tercihinizle ilgili ne söyleyebilirsiniz?
Bu çok gerçekçi bir yaklaşım olurdu, bence günümüzde sinemanın en önemli sorunlarından birisi çok gerçekçi olması. Örneğin İran filmi “Ayrılık”. Hayatın kopyası bir film yarattığınızda bu sanat olmaktan çıkıyor. Bir operaya gelip, müzik olmadan librettoyu dinlemeniz gibi. Aslında operaya öncelikle müzik dinlemek için gidersiniz. Sinemaya da gerçekliğin aynısını görmek için değil, iyi bir film izlemek için gidersiniz. Bu sahneleri gösterseydim hayatın dilini kullanmış olacaktım ama ben sinema dilini kullanmak istedim.
*Rusçadan çeviri için Natalia Makarova’ya teşekkür ederim.

13 Nisan 2013 Cumartesi

Diktatörlüğün Gücü Gülümsemelerden Geçer


13.04.13 tarihli soL'da yayınlanmıştır.

“Diktatörlüğün Gücü Gülümsemelerden Geçer”
Olimpo Garajı filmiyle tanınan yönetmen Marco Bechis, Mussolini dönemini ele aldığı belgeseli “Liderin Gülüşü”nü sunmak amacıyla İstanbul Film Festivali’ne katıldı. Yapım, faşist liderin konuşmalarını ve haber filmlerini, yönetmenin babasının tanıklıklarıyla harmanlayarak, İtalyan toplumunun Ulusal Faşist Parti iktidarı boyunca maruz kaldığı propaganda faaliyetlerini anlatıyor. Bechis’le, bir bardak demleme çayın 1,50 TL’ye içilebildiği son kalelerimizden birisi olan Beyoğlu Sineması’nın fuayesinde buluştuk.

Filmde görüntüleri izlerken, duyduğumuz tek yorumcu, kendi gençliğini anımsayan babanız. Babanız konuşmadan önce görüntüleri izledi mi?
Hayır ama ben görüntüleri seçerken, onun anlattıklarından yola çıktım.
Tarihsel bir süreci ele aldığınız bir filme, kişisel bir pencereden yaklaştığınızı söyleyebilir miyim?
Tarihsel olgular üzerine yorum yapan bir film yapmak istemedim. Genelde bu arşiv görüntüleri bu şekilde kullanılırlar. Ben izleyiciye, 20’ler, 30’lar ve 40’lardaki propaganda makinesini yeniden kurarak, bu imaj bombardımanı deneyimini yaşattırmak istedim. Maalesef o dönemde eleştirel bakamıyorlardı. İzleyicinin bu bombardıman karşısında çıplak kalmasını istedim.
Ayrıca bu tip görüntülerle tarihi olgulara dayanan bir film yapamazsınız çünkü bu görüntüler, gerçekliğin tahrif edilmiş halidir ve rejimin düşüncelerini yansıtırlar. Döneme ait 8 milyon metrelik filmin bulunduğu Luce Arşivi’nde, homoseksüellerin, fahişelerin, yoksulların, grevlerin ve işçi hareketlerinin görüntülerini bulamadım.
Arşivin tamamını izlemiş olamayacağınızı tahmin ediyorum, filmde kullanacağınız görüntüleri belirlerken kriterleriniz nelerdi?
Eğer hepsini izlemeye kalksaydım, halen izlemeye devam ediyor olurdum! Amprik bir sistem belirledim kendime, 6 aylık bir sürem vardı. Böyle bir malzemenin karşısındayken bir rota belirlemeniz gerekir. Olgulardan ziyade, bana bir şeyler çağrıştıran görüntüleri seçmeye başladım ve arşiv çalışanlarıyla asistanımın da yardımıyla, bu çağrışımları yapan görüntüleri bulmaya çalıştık.

Sanırım çocuklar ve gençlerle ilgili görüntüler araştırma yaptığınız alanlardan bir tanesi. Faşist rejimlerin gençlerin fiziksel eğitimine yoğunlaştığı bilinir ve bu görüntüler filmde önemli bir yer tutuyor. Filmin başlığında da yer alan “Gülüş”ü, kaybolan bir bebeğin bulunmasına önderlik eden küçük çocukta da görüyoruz.
Evet, bu filmin spotlarından birisi, “Küçük Liderin Gülüşü”.
Peki İtalyan halkını, Mussolini’nin etkisi altında bırakan faktörlerden birisi bu gülümseme miydi?
Bana göre bir diktatörlüğün gücü, bu gülümsemelerden geçer. Her şeyin otoriteye dayandığını düşünmüyorum. Hitler’in sistemi korkuya, Mussolini’ninki bu gülümsemeye dayanıyordu, bir başka deyişle popülizme. Konuşmalarında, tarihsel açıdan hiçbir anlamı olmayan ancak retoriği yansıtan bölümleri kullandım. “Ben sizden birisiyim”, yani liderin dinleyicilerden birisi olması durumu, her gün karşılaştığımız bir durum. Geçen sabah televizyonda, başbakanınız Erdoğan’ın konuşmasını gördüm, tek bir kelime bile anlamadım ancak hareketlerinden otoriter birisi olduğu izlenimine kapıldım.
Evet, zaten Berlusconi ile de iyi arkadaşlar!
Evet, mesela jestlerle konuşuyordu, ülkede herkesin ona bakmakta olduğunu anladım. Tabi bir diktatörlükle karşılaştıramayız, sonuçta insanların oy verdiği birisi. Ancak iletişim araçlarıyla kurulan bu ilişki, bir anda değişmiyor. Günümüzde istediğiniz bilgiye ulaşmanızı sağlayacak birçok araç olmasına rağmen, kendi başlarına bu araçlar, İtalyan halkının 1920’ler ve 30’lar boyunca düştüğü tuzağa düşmesine engel olmuyorlar. Bence bu ilginç, niye bu kadar araca sahip olmamıza rağmen, halen bu tuzağa düşüyoruz? O halde, yeni araçların icadına ihtiyaç var.
Belki de bugünkü problem, örneğin Türkiye’de yüzlerce gazete ve televizyon olmasına rağmen, bir işçinin iş kazasında ölmesinden kimsenin bahsetmemesi.
Doğru, haberlerin hiyerarşisinde, gerçekten önemli olanlara değer vermiyorlar. Burada da bir sistem var, rejimin (Mussolini) yaptığı manipülasyonlara benziyor. Medyanın gücü, önemsiz olan şeyleri önemli gibi empoze edebilmesinden ve kimsenin farkında olmadığı ancak çok önemli olan haberleri gizleyebilmesinden geliyor. Ben bu tuzağa düşmemek için, gazete  okuduğum zamanlarda en küçük yazılara kadar okuyorum. Gerçek haberleri ancak böyle keşfedebiliyorum, genellikle bir köşeye gizlenmiş oluyorlar. Yani bilgilenmek için çok çalışmanız lazım!
Luce arşivi araştırmalara açık mı, rahatlıkla izin alabildiniz mi?
Öncelikle şunu söyleyeyim, bu proje bana arşiv tarafından sipariş edildi. Bu görüntülerle istediğin gibi bir çalışma yapabilirsin dediler. İnternet siteleri var ve kalitesi düşük olsa da, bu görüntüler mevcut. Sonuç olarak, bir hazine var ama insanların bunlardan pek haberi yok. Amerika’da bu tip görüntüler büyük müzelerde sergilenir, çünkü çok yeni bir tarihleri var. İtalya’da İstanbul’da ya da Akdeniz ülkelerinde zaten kafanızı çevirdiğiniz her tarafta Roma İmparatorluğu ve diğer uygarlıklara ait kalıntıları görebilirsiniz. Ben bu arşiv görüntülerinin çok azının gösterildiklerini, ancak çok önemli olduklarını düşünüyorum, bu yüzden bu filmi yaptım.
Pazar günü yapılan Emek Sineması yürüyüşüne siz de katıldınız, sürecin ayrıntılarını biliyor musunuz?
Evet, üç sene kadar önce yine İstanbul Film Festivali’ne katılmış, İnsan Hakları Yarışması’nda jüri üyeliği yapmıştım. Yönetmenin ismi neydi, benimle birlikte jüride olan, Siri?
Sırrı Önder?
Evet o, beni Sinema’ya götürmüştü, 2010 yılı, yanılmıyorsam protestonun başladığı dönem. Dolayısıyla konuyu biliyordum ve katılmak istedim. Ancak polis insanları yıkamaya başlamadan 5 dakika kadar önce ayrıldım, işlerin yolunda gitmeyeceğini fark etmiştim! Zaten  birkaç arkadaşla birlikte yürüyüşten 1 saat kadar önce sinemanın önüne gitmiş ve ellerinde telsizleriyle dolaşan sivil polisleri görmüştüm. Tanıdığım çok az insan vardı, ben de gözlem yapmaya çalıştım. İlk başta yürüyüşe katılanların çok sessiz ve korku içinde olduklarını gördüm. Demokratik bir ülkede insanlar polisten korkmamalılar, Taksim Meydanında polislerin “iyi” olduklarını anlatan videolar gösteriliyordu.
Bu da festivalin bir bakıma parçası oldu, her yıl polis haftasını kutluyorlar ve geçit töreni düzenleyip, bütün trafiği kilitliyorlar.
Evet, İsviçreli bir yönetmen sinemadaki söyleşisine bu nedenle katılamadığını anlatmıştı. Neyse endişeli olduğum konu - Arjantin’li olduğum için ne söylediğimin farkındayım- polisten duyulan korku. Bu anti-demokratik bir duygu ve eğer bunu sürdürüyorlarsa, yani polisin hırsızları nasıl yakaladığını gösteren videolar üretiyorlar ve sonra insanlara korku saçıyorlarsa, protesto yalnızca sinemanın geleceğine ilişkin olmamalı, aynı zamanda bu tavra yöneltilmeli.
İstanbul’da yaşayan Bolivyalı bir ünivesiteli öğrencisi bana, “ülkemde hükümet halktan korkar, sizde ise durum tam tersi!” demişti.
Böyle mi söyledi gerçekten, doğru! Bu yüzden, yürüyüşün benim tanık olduğum kısmında, insanların sessiz olduğundan bahsediyorum. Tabi bağırmaları gerekiyor demiyorum, ancak televizyonda Erdoğan kendinden emin bir biçimde yüksek sesle konuşurken, yürüyüşteki insanlar sessizlerdi ve başları öndeydi. Buradaki risk, demokratik ama otoriter bir cumhuriyet haline gelmek.  


5 Nisan 2013 Cuma

Oyun oynayan çocuklar


Oyun oynayan çocuklar
Costa Gavras’ın İstanbul Film Festivali’nde gösterilen yeni filmi “Le Capital”, 2007 yılında ABD’de mortgage krizi olarak başlayan ve hızlıca dünya çapında bir bunalıma dönüşen sürecin ardından izlediğimiz, küresel kapitalizm eleştirilerinin taze örneklerinden birisi. Gavras, Cronenberg’in Cosmopolis’te bir limuzinin arka koltuğuna sıkıştırarak anlattığı global finans düzenbazlıklarını, muhtemelen çok daha fazla para harcayıp, setini 3 kıtaya taşımaktan çekinmeyerek ortaya koymuş. Her iki filmin, aynı başlığı taşıyan kitaplardan uyarlandığını da not düşelim.

Filmin baş karakteri, finans piyasalarının dünya sosyolojisine armağanı bir insan tipi olan, dudak uçuklatıcı paralar kazanan yeni yönetici sınıfın, ya da bir başka deyişle CEO’lar ve türevlerinin bir emsali. Sermaye sahipleri tarafından güvenilir addedilen bir teknokratın taşıması gereken her türlü özellik, iyi eğitim, düzenli bir aile yaşantısı, işkoliklikten muzdariplik, ne ararsanız var Marc Tourneuil (Gad Elmaleh)de. Hissedarlar tarafından kolay idare edilebileceği inancıyla bankanın Yönetim Kurulu Başkanlığı’na getirilmesinden sonra, kendi planını uygulamaya koyuyor.  İzleyici, bir noktada, sempatik eşinin üniversiteye dönmesi yolundaki telkinlerine uyacağını ve içinde ukde olan kitapları yazmaya başlayacağını düşünse de, Gavras bu yolu takip etmiyor. Tourneuil’in, bildiği sırları ifşa ederek vicdanını mı temizleyeceği, yoksa oyunu sürdürerek banka hesaplarını şişirmeye devam mı edeceği sorusu, film boyunca ortada duruyor. Filmde kullanılan tabirle söylersek, Robin Hood rolüne zenginlerin lehine mi, yoksulların lehine mi bürüneceğini kestiremiyorsunuz; ta ki son ana kadar. Bunu da filmin bir başarısı olarak kabul edebiliriz.
Kameranın, lüks tüketim malları, gökdelenler, saraylar ve saray yavrusu gayrimenkulleri ve buralarda arzı endam eden mutad zevatı göstermediği anlarda, film boyunca birkaç defa benzeri tekrarlanan bir sahneden söz edilebilir; ellerine geçen her dijital platformda durmaksızın oyun oynayan çocuklar. Film, çocukların tutkuyla bu oyunları oynamalarını olağan bir şey gibi yansıtırken, öte yandan kazık kadar olmuş birtakım adamların, hiçbir zeka parıltısı gerektirmeyen dümenleri çevirmekten aldıkları hazzın anlaşılmazlığını ortaya koyuyor.
Filmde izleyicide beklenti yaratan (en azından bende yarattı) ancak hiç ortalıkta gözükmeyense, %99’un varlığı. Her limuzinden inişte, her kȃşaneye girişte, köşebaşından yumurta fırlatacak birilerini bekliyor insan. Ancak o birileri hiç çıkmıyorlar, binlerce kişinin işten çıkarılması, Fransa gibi işçi sınıfı hareketi geleneği olan bir ülkede bile, “en fazla bir hafta sürer” rahatlığıyla karşılanan bir grevden başka bir sonuç doğurmuyor.
Eğer böyle belirli bir türden bahsedilecekse, politik sinemanın birkaç üstadından birisi olarak kabul edilen Gavras, Zizek’in tabiriyle “Kumarhane Kapitalizmi” balonunun, daha fazla şişemeyeceği bir mertebeye ulaşacağını ve kendi kendine patlayacağını söylüyor. Tarih ise bize, sömürü sistemlerinin kendiliğinden infilak etmeleri bir yana, düzene çomak sokan birileri olmadan en basit reformların bile gerçekleşmediğini anlatıyor. Birkaç gün önce izlediğim Ken Loach’un belgeseli ve yönetmenin naif olmakla eleştirilebilecek de olsa, yeni bir siyasi çıkış arayışına öncelik etmeye çalışmasınınsa, daha ilerletici olduğunu düşünüyorum. 

2 Nisan 2013 Salı

The Spirit of 45



*Bu yazı, 02.04.2013 tarihli soL'da yayınlanmıştır.
Ken Loach Refah Devletini Anlatıyor
’45 Ruhu, Ken Loach liderliğindeki bir ekibin elinden çıkan, Emperyal Savaş Müzesi, BBC gibi kamusal arşivlerle British Pathe gibi özel arşivlerden derlenen görüntülerin, dönemin tanıkları ve uzman görüşleri eşliğinde, savaş sonrası İngiltere’de seçimleri kazanan İşçi Partisi hükümetinin sosyalizan ekonomi politikalarının anlatıldığı bir belgesel. Böyle bir belgesel yapacak olan sinemacıların öncelikli olarak yanıt vermesi gereken  sorular, bu görüntüler ve metinlerin ne kadarının filmde kullanılacağı ve kullanılanların nasıl ele alınacağıdır.

Terence Davies’in “Of Time and City” başlığını taşıyan ve doğup büyüdüğü Liverpool’u anlattığı filmden esinlenen ’45 Ruhu ekibinin çözmesi gereken en önemli konu, elde ettikleri ve birkaç film daha yapmaya yetecek nicelikteki görsel malzemeyi elemek olmuş; Türkiye’den bir belgeselci için oldukça lüks bir sorun! Sonuç olarak, kullanmadıkları görüntüler ve bilgileri, barınma, sağlık, refah, endüstri, ulaştırma konu başlıkları altında, bir zaman çizelgesine dökerek internet sitelerine yüklemişler.
İkinci soruya verilen yanıt ise, görüntüleri döneme tanıklık edenlerin anlatımlarıyla, dış ses, metinler ve uzman görüşleriyle ancak görüntülerin önüne geçmemeye çalışarak açıklamak olmuş. Görüntüye yardımcı olan bu unsurlardan, yaşları ilerlemiş olan tanıkların ön planda olduğunu ve bu insanların seçiminde, mümkün olduğunca farklı alanlardan ve iş kollarından gelmelerine dikkat edildiği söylenebilir. Her ne kadar tanıkların hafızaları taze ve anlatımları inandırıcı olsalar da, görüntülerin hiç değilse bir kısmının bu tanıklara izlettirilmesi ve tanıkların izledikleri görüntüler üzerinden anlatmalarının sağlanması, filmi daha da güçlü hale getirebilirmiş.
Ken Loach’u, İşçi Partisi’nin yerini alacak yeni bir sol parti çağrısı yapmaya yönelten bu önemli yakın tarih çalışmasının İstanbul Film Festivali’ndeki son gösterimi, 3 Nisan Çarşamba saat 13:30’da, Nişantaşı Citylife Sinemasında.