Bu yazı, 15.02.2013 tarihli soL'da yayınlanmıştır.
İnönü’de Bir Festival Günü
Bu sütunlarda
daha önce de, tribünlerde yankılanan ezgiler üzerinden fikir yürütmeye
çalışmıştım. Böylesine kapsamlı bir konunun hakkını bir ya da birkaç köşe
yazısında vermek olanaklı değil. Yine de, tribünler ve müzik ilişkisine,
özellikle de somut örnekler ve etkileşimlerden yola çıkarak yer vermeye devam
etmek istiyorum.
*Video için, Serkan, Emre, Ayda ve Uluç'a teşekkürler.
İngiliz
müzisyen Michael Nyman, özellikle bestelediği film müzikleriyle tanınıyor.
Bunun dışında, senfonik müzikten deneysel müziğe kadar birçok alanda ürün vermiş
bir sanatçı. Nyman son bir yıl içerisinde 2 kez İstanbul’u ziyaret etti. İlk
ziyaretin amacı, 11. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali
kapsamında bazı video çalışmalarının gösterildiği bir etkinliğe konuşmacı
olarak katılmaktı (Festivalin 12. edisyonun dün itibariyle tedavüle girdiğini
de hatırlatalım). Sonraki seferi, geçtiğimiz aralık ayında orkestrasıyla bir
konser vermek içindi. Bu arada Radikal’e verdiği bir röportajda, bu ilk
seferinde İnönü’nün tribünlerine ayak basmasını hayırla anmış olması, zaten çok
taze olan anılarımı canlandırdı.
Sinema
izleyicisinin Campion’un “Piano”su, Vertov’un “Film Kameralı Adam”ı için
yazdığı müziklerle yakından tanıdığı Nyman’ın, futbola olan ilgisini bilen -
benim de bir parçası olduğum- !f Festival Ekibi, kendisiyle bir video çekimi
yapılması fikriyle ortaya çıktığında, bu küçük prodüksiyonun lojistik
sorumluluğu bana yüklenmişti. Açıkça söylemek gerekirse, İnönü’de oynanan ve
Beşiktaş’ın 3-2’lik galibiyetiyle sonuçlanan Gençlerbirliği maçını seçmemiz
nedenleri, hem takvimin konuğumuzun kısa süreli ziyaretiyle uyuşması, hem de
stadyumun Nyman’ın konakladığı otele yakınlığından ibaretti; bir başka deyişle
yeğenini, babasının tuttuğu takımdan koparıp, kendi takımına kazandırmak için
maça götüren bir Dayının motivasyonunu taşımıyorduk. Meğerse, kendisini
Beşiktaş sempatizanı yapmışız!
Aslında, bir
Queens Park Rangers taraftarı olan ve QPR yönetimi tarafından sipariş edilmiş
bir bestesi de bulunan Nyman’la yaptığımız sohbetlerde, her iki takımın
taraftarlarının da unutamadığı Les Ferdinand bağlantısıyla, siyah-beyazlılara o
kadar da yabancı olmadığını öğrenmiştik. Maçtan önce Çarşı’daki kartal
heykelleri arasında bir ileri bir geri yürürken, davulcunun davulunun üstüne
rakı bardağını koyarak şarkı söyleyen taraftarlara tanık olduğunda, ilgisi
biraz daha arttı. Taraftarlar, haftalık rutinleri çerçevesinde Köyiçi’nin
çeşitli noktalarında demleniyorlar ve üçer beşerli gruplar halinde
tezahüratlarını sürdürüyorlardı. Biz de Nyman’a bu şarkılardaki sözleri
çevirmeye çalışıyorduk. Haliyle bazı sözler pek de çevrilmeye müsait değildi;
yine de ilk başlardaki tereddütümüzü yenip bu sözleri bütün çıplaklığıyla
aktarmaya başladık. Yol üstü bira molası maksadıyla yöneldiğimiz “Kazan”ın Lig
Tv düzenine geçmiş olmasını gerekçe göstererek bizi geri çevirmesinden sonra,
Stadyuma doğru ilerlemeye başlamışken, kendimizi bir arkadaş grubunun arkasında
bulduk. Bu grubun belden aşağı nameleri, herhalde yolun karşı tarafındaki saraydan
bozma ofisinden hatırlamış olacaklar, zat-ı şahanelerine yönelmişti. Sonra
arkalardan bir ses yükseldi: “Beyler, bırakın şimdi memleket meselesini!”
Bu eğlenceli
atmosferde keyfi yerine gelmiş olan konuğumuzun yüzü, kapalı tribünde
yerlerimizi aldığımızda biraz düştü. Ayakta durmamız gerektiğini elbette
düşünmemiş, biz de ne yalan söyleyeyim, hevesini kırmamak için bu konudan
bahsetmemiştik. Neyse ki tempolu bir maç oldu da, bu konu bir daha açılmadı.
Gerçi Nyman’ın ilgisini daha çok çeken, yeşil sahada yaşananlardan çok yine
tribünlerin sakinleriydi. Tanıştığım ve konuştuğum, birçok Avrupalı futbol seyircisi
gibi, o da İstanbul’daki taraftarların armonisinden etkilenmişti. Durmaksızın
şarkı söyleyen binlerce insanı dinlemenin, bir müzisyen için eşsiz bir deneyim
olduğunu söyledi bizlere.
Zaman zaman
çeşitli yönleriyle eleştirsek de, ülkemizdeki tribün kültürünün bu özelliğinin
hakkını teslim etmek gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder