29 Aralık 2012 Cumartesi

Neşeli Şarkılar, Acımasız Bağırışlar


*Bu yazı, 28.12.2012 tarihli soL'da yayınlanmıştır.


Liverpool taraftarlarının, 2007 Atina'daki Şampiyonlar Ligi Finali öncesindeki bir eğlencesinden, Luis Garcia şarkısı. 

Neşeli Şarkılar, Acımasız Bağırışlar

Futbol tezahüratlarını analiz etmeye çalışmak anlamlı mıdır? Öyle ya, özellikle Türkiye’de, tek ortak noktaları destekledikleri takım olan binlerce insanın bir arada haykırdığı ezgiler, çoğunlukla kendi takımlarına sunulan destek, ya da rakiplere duyulan kızgınlıktan başka bir anlam ifade etmiyor. Bu melodiler ve sözlerin, bir analizi tetikleyecek kadar veri sunmadığı söylenebilir.
9 Aralık tarihli Birgün’de Ziya Adnan, İngiliz taraftarların tezahüratlarından oluşan bir seçkiye yer verdiği yazısının başlığını haklı olarak, “Futbolu öldüren tezahüratlar” koymuş. Adnan’ın değindiği, Liverpool’luların, Busby Manchester United’ının Münih uçak kazasını hatırlatan şarkısına, kırmızı şeytanların, Hillsborough Faciasını hatırlatan bir dörtlükle karşılık vermeleri, henüz Türkiye’de karşılaşmadığımız bir acımasızlığa işaret ediyor. Buna karşın, bizdeki otomatikleşmiş karşılıklı küfürleşmeleri de, ehven-i şer olarak nitelememek gerekiyor. Her ne kadar bu küfürlere futbolcular, rakip taraftarlar, hakemler ve hatta bütün bir ahali alışmış olsalar da,  bazı somut örnekler üzerinden tekrar düşünmekte fayda var. Geçtiğimiz haftalarda Beşiktaş’ın Ankaragücü’nü “konuk ettiği” Kupa karşılaşmasında, tribünlerin büyük bir kısmı, uzunca bir süre geride götürdükleri maçın son anlarında öne geçince, geride kalan dakikaları rakip takıma küfür ederek geçirmeyi tercih etti. Beşiktaş taraftarlarının, 1993 yılından beri akıllarının bir köşesinde olan malum şike iddialarından ötürü, Başkent ekibine karşı yıllardır iyi hisler beslemediği bilinir. Ankaragücü’nün içinde bulunduğu mali ve idari sorunlar, onlara “oh olsun” da dedirtebilir. Ancak, somut durumun somut tahlili yapılacaksa, bu maçtaki küfürlerin, neredeyse karın tokluğuna oynayarak sahada elinden geleni yapmaya çalışan ve birçoğu, 1993 yılında yeni yeni yürümeye başlamış olabilecek yaşlarda olan futbolcuları etkilemediğini kimse söyleyemez. Yukarıdaki Münih türküsü kadar olmasa da, bunun da bir acımasızlık olduğunu düşünüyorum.
Biraz da nefret içermeyen, hatta insanı eğlendiren tezahüratlardan, yine bu yazıda andığımız tribünlere bakarak söz edelim. Türkiye’de artık pek işitilmeyen bir tür olarak, belli bir futbolcuyu destekleyen dizeleri, Liverpool taraftarı söylemeye devam ediyor. 2005 yılında İstanbul’daki efsanevi final maçını yerinde izleyebilmiş birisi olarak, sıkça duyduğum ve yetenekli ama sakar İspanyol oyuncuya yazılmış tezahürat mealen şöyleydi:”Luis Garcia, içer Sangria, Barça’dan geldi Liverpool’a, boyu bir yetmiş, futbolu müthiş!” Bir başkası, bunu Fanchants isimli internet sitesinde okudum, 2 sezon Anfield Road’da top koşturan Yunan savunmacı Sotirios Kyrigiakos’a adanmış : “Ah ne yazık, adını telaffuz edemiyoruz, Kyrgi-laaa, Kyrgi-laaa!”. Kaş yapayım derken göz çıkaran örnekler de var, sert savunmacı Nemanja Vidic’i övmeye çalışan, aynı sitede dinlediğim bir Old Trafford güftesi (Dean Martin-Volare ezgisiyle): “Nemanja, ooh oh aah a, Nemanja, ooh oh aah a, Sırbistan’dan geldi O, öldürüverir sizi O” . 
Türkiye’den de eskilerden bir örneği, yaratıcılıklarıyla övgülere mazhar olan Beşiktaş taraftarlarının gönlünü alma maksadımı da gizlemeden anmak isterim; Les Ferdinand için söylenen, çorap reklamı şarkısının sözleri değiştirilmiş hali “Ferdinand’dan müjde size!”. İnönü’nün eski bir tribün neferi olan bir arkadaşım, yıllar sonra keyifle anlatmaya devam ediyordu: “Koca koca adamlar nasıl da içten ‘müjdeeee’ diyordu!” 

22 Aralık 2012 Cumartesi

Şampiyonlar Ligi'ni Kim Kazanacak?


*Bu yazı, 21.12.2012 tarihli soL'da yayınlanmıştır. Yazının sonunda 1991 Şampiyon Kulüpler Yarı Final 1. maçı, Bayern-KızılYıldız'ın özeti izlenebilir.

Şampiyonlar Ligi’ni kimin kazanacağını merak ediyor muyuz?
Avrupa futbolunun gösterişli turnuvası Şampiyonlar Ligi’nde grup maçları geride kalmış ve 2. tur eşleşmeleri henüz belli olmuşken, kayda değer tek sürpriz olarak, geçtiğimiz sezonun şampiyonu Chelsea’nin elenmesi göze çarpmakta. Futbol tanrılarının sonucu belirlediği Celtic-Barça maçı gibi tek maçlık şokları saymazsak.
Futbol, bütün takım sporları arasında beklenmedik sonuçlarla en sık karşılaşılabilecek branş. Bu branşın günümüzdeki ana sahnesi Şampiyonlar Ligi ise, belli başlı büyük takımların güçlerini yarıştırdıkları, buna karşın diğer katılımcıların nadiren üst turlara yükselebildikleri bir yarışma haline geldi. 2004 yılındaki Porto-Monaco finalini izleyen sezonlarda, ilk finalini gören tek takımın Chelsea olması, durumu özetliyor.
Simon Kuper ve Stefan Szymanski, birlikte hazırladıkları ve Türkçe çevirisi de bulunan Soccernomics başlıklı çalışmada, Avrupa Kulüpler Şampiyonluğu’nun, yıllar içerisinde kentlere dağılımını veri alarak, çıkarımlarda bulunuyorlar. Kitabı okuyanlar, yazarların bazı sonuçlara, “indirgemeci” yorumlarla ulaştığı fikrine kapılmış olabilirler. Örneğin, İngiltere’nin uluslararası şampiyonalardaki başarısızlıklarını, orta sınıfın giderek kalabalıklaştığı bu ülkede, milli takımın oyuncu havuzunun halen ağırlıklı olarak işçi çocuklarından oluşmasına bağlamak, pek gerçekçi değil. Konumuza dönersek, yazarlar bu dağılıma bakarak, şampiyona tarihinin ilk yıllarında, Madrid ve Lisbon gibi faşist başkentlerin öne çıktığını, sonraları sınai işletmeleriyle tanınan Milan, Manchester vb. kentlerin kupaları kazanmaya başladığını, bir dönem nüfusu 1 milyonun altında olan, Nottingham, Mönchengladbach vd. kentlerin takımlarının finallerde görüldüğünü not ediyor ancak, Bosman kuralları ve diğer gelişmelerle birlikte, küçük kentlerin yeni finalistler çıkarmasının pek mümkün gözükmediğini tespit ediyorlar. Yazarların bu konuda eleştirel bir tutum almayarak, durum tespitiyle yetindiklerini de ekleyelim.
Gerçekten de Bosman kuralları, oyuncuların bireysel ve mali hakları üzerinde iyileşmelere yol açtıysa da, futbolseverlerin yeni bir Kızıl Yıldız, Dinamo Kiev, Borussia Mönchengladbach serüvenlerine tanık olmalarının önündeki engellerden bir tanesi. Hatta tartışmaya açık olmak kaydıyla,  AB üyesi ülkelerin vatandaşı olan futbolcuların, yabancı statüsüne girmeden bir başka AB ülkesinde oynayabilmesinin de bu engellerden bir diğerini teşkil ettiğini söyleyebilirim. Sorun yalnızca, yetenekli oyuncuların erken yaşlarda büyük liglerin yolunu tutması da değil; bu liglerin dördüncülerinin dahi Şampiyonlar Ligi’ne katıldığı bir ortamda, yıldız oyuncular, kendilerini göstermek için küçük liglerin şampiyon takımlarına gitmeye ihtiyaç duymuyor, bunun yerine örneğin Arsenal’in yolunu tutuveriyorlar. Bunu söyleyerek, geçtiğimiz haftalarda Mehmet Demirkol’un Spor Servisi programında dile getirdiği, yabancı oyuncu sayısındaki sınırsız serbestliğin, daha olumlu sonuçlar doğuracağı görüşüne katılmadığımı da belirtmiş oluyorum. Her ne kadar Demirkol’un, yukarıda anılan yazarlar kadar tutkulu bir serbest piyasa savunucusu olduğunu düşünmesem de, her iki yaklaşımın da aynı eksik değerlendirmeden muzdarip olduğunu düşünüyorum. Nasıl Avrupa Birliği vb. iktisadi-siyasi birlikler, ekonomik zenginlikleri arasında dağlar kadar fark olan ülkeleri aynı kriterlere göre bir araya getirdiğinde, Yunanistan, İspanya gibi ülkelerin yoksul emekçilerinin daha da yoksullaşması sonucu ortaya çıkıyorsa, Bayern Münih ile Olympiacos’un aynı koşullarda, eşit bir biçimde rekabet etmesi de mümkün değil.

*Şampiyonlar Ligi'nin arifesi, Şampiyon Kulüplerin son demleri. Böyle bir kızıl yıldız, dinamo, mönchengladbach, steau gelir mi bir daha?

9 Aralık 2012 Pazar

Socrates,yine, yeniden





*Bu Yazı, 07.12.2012 tarihli soL Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
Yine, Yeniden Socrates
Socrates’in ölümünün üzerinden bir yıl geçti ve bu süre içerisinde çok sayıda yazı okuma şansı bulduk; hemen her Brezilyalı futbolcu gibi bir lakabı olan ve, birçok başka niteliğiyle birlikte, lakabıyla müsemma oluşuyla da diğerlerinden ayrılan O Doutor hakkında.
Birçok soL okuru sporseverin de okuduğu düşünülebilecek bu yazılarda verilen bilgileri tekrarlamak lüzumsuz olacaktır. Ancak Socrates’in portresi bir çok boyutuyla, futbolun dönüşümü üzerine yeniden düşünmek ve konuşmak adına bolca veri sunuyor. Onun öyküsü, yalnızca bugünden bakıldığında değil, kendi dönemi içerisinde de sıradışı. Kariyerlerinin sonuna kadar futboldan başka bir işle ilgilenmesi neredeyse imkansız olan ve eğitimleri nadiren üniversite seviyesine ulaşan profesyoneller arasında bir tıp doktoru. Entellektüel olmanın hoş karşılanmadığı, aktivizmin ise bir günah addedildiği futbol dünyasında, özgün sözlerini ve yaratıcı eylemlerini sakınmadan ortaya koyan bir devrimci. Bir başka deyişle, ülkemizde bir dönemin kötü şöhretli “Ne sağcıyız ne solcu, futbolcuyuz futbolcu” klişesinin anti-tezi. Üstüne üstlük, işçilerinin yeşilaycı, bionik atletler olmasının beklendiği günümüz endüstrisinin, elinde birası ve sigarasıyla bir anti-kahramanı.
Doktorluğu, futbolu bırakmasından sonra memleketinde bir spor rahatsızlıkları kliniği açacak kadar sahici. Entellektüelliğini, geçtiğimiz haftalarda da bu köşede andığımız Bellos’un kitabında yer alan söyleşisinden anlayabiliyoruz. Kulüpleşmenin plaj futboluna kadar uzanmasıyla birlikte, çocukların eskisi kadar özgürce oynayamamasını ve futbolun her seviyede standartlaşmasını, Brezilya’nın kentleşme sürecine ustaca bağlıyor. Devrimciliği, kahramanlarının Fidel, Che, John Lennon ya da başkaları olmasıyla sınırlı değil. Benzer tarihsel figürleri konuşmalarında bolca anan başka futbolcuların yapamadığını, Vladimir(isme dikkat!) ve Walter Casagrande gibi takım arkadaşlarıyla beraber oluşturduğu Corinthians Demokrasisi hareketi ile başardı. En ünlü eylemlerini hatırlamadan olmaz: 18 yıllık diktatörlüğün son demlerinde, Corinthians forması üzerinden Brezilyalıları oy kullanmaya çağırmaları.
Sahanın içine bakıldığındaysa, Socrates’in kaptanlığını yaptığı 1982 Dünya Kupası’ndaki milli takımın macerasının, oyunun teknik ve taktik anlamındaki dönüşümünde bir milat olarak kabul edildiğini görebiliriz. Teknik direktör Tele Santana, 1978’deki başarısızlığı, oyuncuların yeteneklerini kısıtlayan bir anlayışa bağlamış ve isimlerini sayarken dahi insanı heyecanlandıran Zico, Socrates, Eder, Falcao gibi hücum virtüözlerini serbest bırakmayı tercih etmişti. Sonraları, Socrates de , “modern toplumda status quo karşısında kendi düşüncelerini üretecek ve bunu yaşama geçirecek insanlara ihtiyaç var” diyerek anlatıyordu ’82 Brezilya kadrosunun yaklaşımını. Sonuçta Brezilya, finale çıkmak için, o zamana kadar organize bir savunma takımı görüntüsü veren İtalya karşısında yalnızca bir beraberliğe ihtiyaç duymasına ve bu skoru 2 defa yakalamasına rağmen, biraz da kazanma tutkusunun verdiği sarhoşlukla, Rossi’nin üçlemesine engel olamamıştı. Bu maçtan sonra, savunmayı hücum kadar önemsemeyen geleneğin son temsilcisi Brezilya milli takımı da, Avrupalılaşma sürecine girecekti.
Brezilya’nın Metin Kurt’u, ne kadar anılsa azdır.

*Az ama öz gol yiyen Dassayev'in yediği o "öz" gollerden biri.

1 Aralık 2012 Cumartesi

Madrid Derbisinin Hatırlattıkları



Atletico Madrid'in 100. yılı için hazırlanan bir video, iç savaş sırasında, cumhuriyet ordusundan bir asker, faşist ordunun bir askerini esir aldıktan sonra, her ikisinin de "athletic" taraftarı olduğu ortaya çıkıyor. 
*Bu yazı, 30.11.2012 sol gazetesinde yayınlanmıştır.

Madrid Derbisinin Hatırlattıkları
Futbolseverler arasında geçtiğimiz hafta boyunca sıkça dillendirilen bir espri, Bekir’in röveşata golü, Melo’nun penaltı kurtarışı ve en nihayet, Servet’in gambetta gösterisi gibi sıradışı olayların, 21 Aralık Apokalipsinin habercisi olabileceğiydi. Bunlara bir yenisi bu cumartesi akşamı Madrid derbisi sonucunda eklenebilir: Athletico Madrid adına, 21. Yüzyıl’ın ilk Barnebau zaferi.
Madrid’in kırmızı-beyazlıları, Real ve Barça ile aşık atmanın, pahalı transferlerle ünlü futbolcuları toparlamaktan değil, genç ve yetenekli ama aynı zamanda kaliteli oyuncularla iyi bir takım kurmaktan geçtiğini anlamış görünüyor. Derbi öncesi, geçtiğimiz yılın rekorlar kıran performansının uzağında gözüken ezeli rakiplerinin sekiz puan önündeler. Bu rekabetin, Real cephesinde de ciddiye alındığını belirten en iyi örnek, efsane golcüleri Raul Gonzalez’in, 17 yaşındayken Atletico ağlarını sarsmasının*, kariyerinde attığı yüzlerce gol arasından en önemlisi seçmesi. Puan tablosu da galibiyete duydukları ihtiyacı açıkça ortaya koyduğundan, “derbilerin favorisi olmaz” klişesiyle maça ilişkin öngörülerimizi sonlandırabiliriz. Neyse ki, kapitalizmin mantığı Türkiye Ligi maçlarını paralı kanaldan izletirken, El Derbi Madrileňo’nun vaat ettiği seyir zevkini, cüzdanlarımız hafiflemeden tadabileceğiz.
Bu iki takım arasındaki rekabetin bir boyutunun da, takımların tarihsel olarak temsil ettikleri siyasi kimlikler ve bu kimlikler etrafında toplanan taraftarlar olduğu bilinir. Madrid’de yaşayan Basklı gençlerin, Atletic Bilbao’nun bir parçası olarak kurdukları ve sonrasında bu bağı kopararak yoluna devam eden bir kulüp olan Athletic de Madrid, İç Savaşta Faşist ordunun kuşattığı Cumhuriyet’in başkentinde ve diğer cephelerde birçok sporcusunu kaybetmişti. İç savaştan sonra ise, Franco rejimi öncelikle Athletic’e eğilir, kendi hava kuvvetlerinin takımı olan Aviacion Zaragoza ile birleştirir ve takımın Bask dilinde olan ismini, Atletico ile değiştirir. Kraliyet sembolünü taşıyan Real’in Franco’yla da özdeşleşmesiyse, Faşist diktatörlüğün, Di Stefano ve Puskas’lı eflatun-beyazlıların, Şampiyon Kulüpler Kupası üzerinde kurduğu hakimiyetten prestij sağlama çabasıyla yakından ilişkilidir. Hatta, solcuların Atletico Madrid’e ilgisinin, bu dönemden sonra arttığı yorumları da yapılmaktadır.
Aslında, başkentin ilerici kesimlerinin, kentin bir diğer takımı Rayo Vallecano ile daha eski bağlarının olduğunu söylemek gerekir. Son yıllarda sportif açıdan inişli çıkışlı bir grafik sergileyen Vallecano, 2011 yılında iflasın da eşiğine gelmişti. 2. ligde mücadele ettikleri bu dönemde, futbolcular ödenmeyen ücretleri için maçlardan önce pankart taşırken, taraftarlar ve kulüp personeliyle de dayanışma içerisine girmeyi ihmal etmemiş ve bazı oyuncular, kendi ücretlerinden fedakârlık ederek, personelin maaşlarının ödenmesine katkıda bulunmuşlardı. La Liga’ya dönen Vallecano’lu oyuncular aldıkları ortak kararla, geçtiğimiz bahar aylarında İspanya’da düzenlenen Genel Greve de katıldılar.
Biraz dağıttığım konuyu bağlamak adına, cumartesi gecesi kozlarını paylaşacak oyunculardan güzel futbol ve Vallecano’lu komşuları ve meslektaşlarını örnek almalarını beklemek, her futbolseverin en tabi hakkıdır diyerek, bu yazıyı sonlandırmış olalım.
*Mevzu bahis golün videosu.