17 Şubat 2013 Pazar

İnönü'de Bir Festival Günü




Bu yazı, 15.02.2013 tarihli soL'da yayınlanmıştır.
İnönü’de Bir Festival Günü
Bu sütunlarda daha önce de, tribünlerde yankılanan ezgiler üzerinden fikir yürütmeye çalışmıştım. Böylesine kapsamlı bir konunun hakkını bir ya da birkaç köşe yazısında vermek olanaklı değil. Yine de, tribünler ve müzik ilişkisine, özellikle de somut örnekler ve etkileşimlerden yola çıkarak yer vermeye devam etmek istiyorum.
*Video için, Serkan, Emre, Ayda ve Uluç'a teşekkürler.

İngiliz müzisyen Michael Nyman, özellikle bestelediği film müzikleriyle tanınıyor. Bunun dışında, senfonik müzikten deneysel müziğe kadar birçok alanda ürün vermiş bir sanatçı. Nyman son bir yıl içerisinde 2 kez İstanbul’u ziyaret etti. İlk ziyaretin amacı, 11. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali kapsamında bazı video çalışmalarının gösterildiği bir etkinliğe konuşmacı olarak katılmaktı (Festivalin 12. edisyonun dün itibariyle tedavüle girdiğini de hatırlatalım). Sonraki seferi, geçtiğimiz aralık ayında orkestrasıyla bir konser vermek içindi. Bu arada Radikal’e verdiği bir röportajda, bu ilk seferinde İnönü’nün tribünlerine ayak basmasını hayırla anmış olması, zaten çok taze olan anılarımı canlandırdı.
Sinema izleyicisinin Campion’un “Piano”su, Vertov’un “Film Kameralı Adam”ı için yazdığı müziklerle yakından tanıdığı Nyman’ın, futbola olan ilgisini bilen - benim de bir parçası olduğum- !f Festival Ekibi, kendisiyle bir video çekimi yapılması fikriyle ortaya çıktığında, bu küçük prodüksiyonun lojistik sorumluluğu bana yüklenmişti. Açıkça söylemek gerekirse, İnönü’de oynanan ve Beşiktaş’ın 3-2’lik galibiyetiyle sonuçlanan Gençlerbirliği maçını seçmemiz nedenleri, hem takvimin konuğumuzun kısa süreli ziyaretiyle uyuşması, hem de stadyumun Nyman’ın konakladığı otele yakınlığından ibaretti; bir başka deyişle yeğenini, babasının tuttuğu takımdan koparıp, kendi takımına kazandırmak için maça götüren bir Dayının motivasyonunu taşımıyorduk. Meğerse, kendisini Beşiktaş sempatizanı yapmışız!
Aslında, bir Queens Park Rangers taraftarı olan ve QPR yönetimi tarafından sipariş edilmiş bir bestesi de bulunan Nyman’la yaptığımız sohbetlerde, her iki takımın taraftarlarının da unutamadığı Les Ferdinand bağlantısıyla, siyah-beyazlılara o kadar da yabancı olmadığını öğrenmiştik. Maçtan önce Çarşı’daki kartal heykelleri arasında bir ileri bir geri yürürken, davulcunun davulunun üstüne rakı bardağını koyarak şarkı söyleyen taraftarlara tanık olduğunda, ilgisi biraz daha arttı. Taraftarlar, haftalık rutinleri çerçevesinde Köyiçi’nin çeşitli noktalarında demleniyorlar ve üçer beşerli gruplar halinde tezahüratlarını sürdürüyorlardı. Biz de Nyman’a bu şarkılardaki sözleri çevirmeye çalışıyorduk. Haliyle bazı sözler pek de çevrilmeye müsait değildi; yine de ilk başlardaki tereddütümüzü yenip bu sözleri bütün çıplaklığıyla aktarmaya başladık. Yol üstü bira molası maksadıyla yöneldiğimiz “Kazan”ın Lig Tv düzenine geçmiş olmasını gerekçe göstererek bizi geri çevirmesinden sonra, Stadyuma doğru ilerlemeye başlamışken, kendimizi bir arkadaş grubunun arkasında bulduk. Bu grubun belden aşağı nameleri, herhalde yolun karşı tarafındaki saraydan bozma ofisinden hatırlamış olacaklar, zat-ı şahanelerine yönelmişti. Sonra arkalardan bir ses yükseldi: “Beyler, bırakın şimdi memleket meselesini!”
Bu eğlenceli atmosferde keyfi yerine gelmiş olan konuğumuzun yüzü, kapalı tribünde yerlerimizi aldığımızda biraz düştü. Ayakta durmamız gerektiğini elbette düşünmemiş, biz de ne yalan söyleyeyim, hevesini kırmamak için bu konudan bahsetmemiştik. Neyse ki tempolu bir maç oldu da, bu konu bir daha açılmadı. Gerçi Nyman’ın ilgisini daha çok çeken, yeşil sahada yaşananlardan çok yine tribünlerin sakinleriydi. Tanıştığım ve konuştuğum, birçok Avrupalı futbol seyircisi gibi, o da İstanbul’daki taraftarların armonisinden etkilenmişti. Durmaksızın şarkı söyleyen binlerce insanı dinlemenin, bir müzisyen için eşsiz bir deneyim olduğunu söyledi bizlere.
Zaman zaman çeşitli yönleriyle eleştirsek de, ülkemizdeki tribün kültürünün bu özelliğinin hakkını teslim etmek gerekiyor.

8 Şubat 2013 Cuma

Sizde Paralı Bizde Beleş ..!


Sizde Paralı Bizde Beleş ..!
Geçtiğimiz pazar günü, TED Ankara Kolejliler, TOBB Üniversitesi’nin tuhaf biçimli spor salonunda Fenerbahçe Ülker’i ağırladı. Önceki haftalarda Efes’i mağlup etmişlerdi; bu yüzden taraftarlarının maçtan beklentileri yüksekti. Sonuçta Fenerbahçe farklı kazandı; bu sezon birçok kez yaptığı gibi, darmadağın olduğu bir Euroleague karşılaşmasını takip eden haftasonunda, hıncını Türkiye Ligi’nin kendi halindeki bir takımından almış oldu.


*Murat Didin'li yıllardan bir Fenerbahçe galibiyeti.

1996 Sonbaharı... Ankara Kolej’in ligde asansör takım haline geldiği dönem; Avrupa Kupalarında oynayan Murat Didin’in, Haluk Yıldırım, Murat Evliyaoğlu, Tolga Tekinalp’li kadrosu dağılmış ve Ankara basketbolunun temsilciliği Türk Telekom’a geçmiş. Birkaç yıl öncesine kadar dolu tribünler önünde oynayan kırmızı-lacivertlilerin maçlarını, bir avuç lise öğrencisi olarak takip ediyoruz. “Kolejliler”in rakibi yine Fenerbahçe ve bu tip büyük maçlarda genellikle görüldüğü üzere, yanımızda bu “Bizans” takımına karşı dayanışma duygularını sergilemek amacıyla gelen bir grup Ankaragücü taraftarı var. O zamanlar Umut Sarıkaya’nın karikatürleriyle henüz tanışmamış olsak da, görünen resmin bir Lise dö Sen Benuğa-Çeliktepe Cengizhan Lisesi çelişkisini yansıttığı açık! Her ne kadar ezici çoğunluktaki Sarı-Lacivertli taraftarlara karşı sesimizin daha çok çıkacağını düşünerek heyecanlansak da, ortadaki tekinsizliği hissediyoruz. Neyse ki, yalnızca ilk kısmını yazdığım ve devamı çoklarının malumu olan başlıktaki dizeleri haykırmıyorlar (Oysa herhangi bir okul maçında duymaya alışık olduğumuz dizeler bunlar). Neden sonra, yaş ortalaması bizden 5-6 puan yüksek olan grubun üyeleri beni gözlerine kestiriyor ve el ediyorlar. Çağrıya kulak vererek yanlarına gidiyorum ve içlerinden birisi bana, “birader, sizin bir marşınız vardı, neydi o?” diyor. “Bozkırda yeşil bir yuva bilgi yuvası” diye başlayan okul marşını kast etmediklerini anlamam uzun sürmüyor ve kısaca “sımsıkı” olarak anılan geleneksel tezahüratımızı öğretiyorum kendilerine. Bir süre beraberce zıpladıktan sonra, “sen anlıyon bu işlerden”, “ben biliyom bu koleji, cebeci’deki” gibi sözleri sessizce onaylayarak arkadaşlarımın yanına dönüyorum. 16 yıl önceki bu maçın sonucu da aynı, Kolejliler’in farklı mağlubiyeti.

*Hapoel Tel Aviv'e karşı Koraç Kupası Maçının Arefesi

Bu 16 yılda basketbol ligimizde ne değişti? Kuşkusuz, futbolun 3 büyüklerinin bu spora daha fazla yatırım yaptıkları ve şöhretli yabancıları ülkeye taşıdıkları bir gerçek. Yine de, Lig Tv yorumcuları her maç anlatımında defalarca yineleseler de, lig her takımın her takımı yenebileceği kadar dengeli değil. Aksine, Kaan Kural’a atıf yapacak olursak, 5-6 takımın aralarında oynadıkları maçların dışındaki karşılaşmaların büyük bir kısmının sonucu, kimi zaman son çeyreğe dahi kalmadan belli oluyor. Kolejliler ise, Stanojevic, Penney gibi etkili hücum silahlarıyla, bu ligin çok sayı atmasıyla öne çıkan başaltı takımı. Her ne kadar veteranlık mertebesine yaklaşmış olsalar da, Erdal Bibo ve Nedim Yücel’den de önemli katkılar alıyorlar. Ancak savunmadaki zaafları, istikrarlı sonuçlar almalarının önündeki en büyük engel.
Kulübün internet sitesindeki tarihçesinden, geçmişte yetiştirdiği milli basketbolcuların listesini görmek mümkün. Ancak Serkan Erdoğan’dan sonraki yaklaşık 10 yıllık dönemde, bu isimlerin yanına sadece Berent Kavaklıoğlu’nun eklenmiş olması, öz kaynaklara dayanan bir yapıdan uzaklaşıldığını anlatıyor. Tekrarlamak gerekirse, bu sezon iyi maçlar çıkarıyor olmaları, eski parlak günlerini yeniden canlandırmalarına yetmeyecek. Belki klişeleşmiş bir söz olacak ama, Kolejliler ve benzer kulüplerin, rekabet edebilecek kadroları oluşturmaları ve muhafaza edebilmelerinin tek yolu, hala iyi bir oyuncu yetiştirme sistemine sahip olmaktan geçiyor. Kulüp böyle bir atılımı gerçekleştirebilirse, basketbolu sevmesi ve oyunu bilmesiyle tanınan Ankara seyircisini, daha büyük bir salonda, yeniden arkasında bulması işten bile değil. 

2 Şubat 2013 Cumartesi

Beraberlikler ve Sürprizlerle Dolu Bir Kupa



Güney Afrika-Fas karşılaşması, grup aşamasının en heyecanlı maçlarından birisiydi.

Beraberlikler ve Sürprizlerle Dolu Bir Kupa*
Güney Afrika’da ilk tur geride bırakılırken, Afrika futbolunda son yıllarda yaşanan dönüşümün örneklerini izlemeye devam ediyoruz. İlk bakışta göze çarpan olgu, Futbol geleneği Sahra Altı Afrikasından daha eskilere uzanan Kuzey Afrika takımlarının, hepsinin birden ilk turda elenmesi. Bu uzun yıllardır ilk defa yaşansa da, ilk dönüm noktası 1990 Dünya Kupası’nda Kamerun’un serüveni olan bir gelişme. ’94 ve 98’de Nijerya, 2002’de Senegal, sonraki yıllarda Fildişi Sahilleri ve Gana, kıta futbolunun dünya çapındaki temsilcileri oldular; bu durum son iki turnuvaya kadar Afrika Kupasına yansımıyordu. 2000’li yılların 3 kez üst üste şampiyonu Mısır’ın eksikliğine, Fas, Tunus ve Cezayir’in elenişi eşlik etti ve resim tamamlanmış oldu. Bu dönüşümün bir başka örneği ise, yetenekli oyuncuları kadrosunda bulunduran takımların, salt bu yeteneklerle yollarına devam edemeyeceğinin bir kere daha anlaşılması oldu. El Hamdoui, Aissadi, Amrabat gibi hücum silahlarına sahip olan Fas, oldukça dağınık bir görüntü sergilediği ilk maçtan sonra, Güney Afrika karşısında daha iyi bir oyun ortaya koyup 2 defa öne geçse de, ev sahibinin 2 güzel golüne engel olamadı. Bu grubun ve turnuvanın flaş takımı, nüfusu birkaç yüzbin olan Yeşil Burun Adaları ise, Angola’yı mağlup ederek Gana’nın son sekizdeki rakibi oldu. Geçtiğimiz hafta da bu satırlarda değinmiştim; başka hiçbir uluslararası organizasyonda Afrika Uluslar Kupası’nda olduğu kadar sürprizlerle karşılaşılmıyor. Bir başka sürpriz de, son şampiyon Zambiya’nın elenmesi oldu; hoş bir önceki sene, kupayı kazanması da sürprizdi!
Gruplar aşamasındaki 24 maçtan 13’ünün berabere sonuçlandığı bir turnuvadan bahsediyoruz. Futbolu heyecanlı kılan, sonuçların tahmin edilmesinin güçlüğüyse, turnuvanın son dönemecinde de  bu bilinmezlik sürecek mi, sorusu akıllara geliyor. Öncelikle belirtmek gerekir ki, şampiyonluğun favorisi Fildişi Sahilleri, neredeyse eksiksiz geldiği organizasyonun ilk aşamasında, beklentileri karşılayan bir oyun ortaya koydu. Gervinho’nun, kulüp takımındaki performansını aşan oyunu, turuncular için olumlu bir gösterge. Drogba, çok fazla ön plana çıkmasa da, bu büyük oyuncunun Afrika Kupası’nı kazanmadan futbolu bırakmak istemediği görülüyor. Gana da, Boateng’den yoksun olmasına rağmen, 2010 Dünya Kupası’ndaki oyununu hatırlatan pasajlar sunarak çeyrek finale geldi. Ev sahibinin de iyiden iyiye havaya girdiğini söylemek lazım. “Bafana Bafana” kaptanı Khumalo, turnuvadan önce bir araya gelerek yarı finali geçene kadar prim istememeye karar verdiklerini ve böylece, dikkatlerini dağıtacak bir konuyu açılmadan kapattıklarını söylüyor. Turnuvanın resmi sitesinden okunabildiği üzere, teknik direktör Gordon Igesund da, önceki şampiyonalarda oyuncuların, primlerini alamamaları halinde greve gitmekten bahsettiklerini ancak bu yıl bu konunun bir kenara bırakıldığını hatırlatıyor. Apartheid sonrası dönemde, ambargo kalktıktan sonra, uluslararası futbola ‘96 Afrika kupası şampiyonluğuyla dönen Güney Afrika, sonraki yıllarda hem Afrika, hem de Dünya kupalarında beklentileri karşılayamayan, ilk turlarda elenen bir takım olmuştu. Bu odaklanma kendilerine şampiyonluğu getirir mi bilinmez, ancak giderek artan seyirci desteği artısına da sahipler. Bir sözü de, turnuva tarihinin başarılı takımlarından Nijerya’ya ayırmak gerekir. 90’lı yılların yıldızlarından Jonathan Akpoborie, Kartalların şu ana kadar ortaya koyduğu oyun göz önüne alınırsa, Pazar Günü Fildişi Sahilleri karşısında bir mucizeye ihtiyaç duyduklarını söylüyor.
Dikkat çeken bir diğer gelişme, Adebayor’un üstün performansıyla Togo’yu gruptan çıkararak, bu turnuvalarda liderlik özelliği taşıyan futbolcuların, yapabilecekeri etkiyi bir kere daha göstermesi oldu. Nijerya ve eski şampiyon Zambiya’nın üzerinde grubunu lider tamamlayan Burkina Faso ile oynayacakları maç, çeyrek finalin heyecan verici kapışmalarından birisi olabilir. Bakalım haftasonu neler getirecek?
*Bu yazı, 01.02.2013 tarihli soL'da yayınlanmıştır.